Bloğumun bu bölümünde çok ilginç konulara ulaşacak,çok ilginç ve yaşanmış gerçek hikayeleri hayretle ve gözyaşları içersinde okuyacaksınız...
METİNLER
1 - VEDA BUSESİ
2 - KÜBA LİDERİ FİDEL CASTRO ANLATIYOR
3 - ATATÜRK ZEHİRLENDİ Mİ?
4 - GAMZEDEYİM DEVA BULMAM (TATYOS EFENDİ)
5 - ÇİĞDEM TALU-MELİH KİBAR AŞKI
6 - ÇOK ÖNEMLİ BİR ÇANAKKALE ANEKDOTU
7 - YARADANIN MUCİZESİ İNSAN
8 - YÜZYILIN İTİRAFLARI
9 - TOPAL BACAKLI MAREŞAL
10-DR.REFİK SAYDAM
11-MARSHALL YARDIMI
12-UNESCO
13-ATATÜRK - STALİN GERGİMLİĞİ
14-ATATÜRK'E DAİR
15-GERÇEK LİDER
16-ATATÜRK (ÖZEL)
17-CEMİLE KAYAÇELEBİ'NİN ACI ANILARI (Van Ermeni Zulmünün canlı şahidi)
18-BEKİR COŞKUN YAZDI
19-DERS ALINACAK BİR OLAY
20-GERÇEK MUTLULUK
21-TÜRK İSTİKLAL HAREKETİ
22-AYASOFYA GERÇEĞİ
23-AZ KURU
24-VECDET ÖZ (MAKALE)
25-KANSER VE İLACI
26-CAUCASUS (ABD' de yayımlanan bir dergi)
27-ADALET TEYZE (Bir şöforun anısı)
Şimdi size ilk olarak bir şarkının yürek burkan hikayesini sunmak istiyorum.
VEDA BUSESİ
Sözleriyle iki aşığın ayrılığını hatırlatan Veda
Busesi şarkısı aslında bir sevgiliye değil kaybedilen bir evlada yazılmıştır.
Güftenin ve bestenin kendine has büyüsüyle farkedilmeyen o muhteşem sözler
aslında acılı bir babanın kendine sitemidir.
Şair Orhan Seyfi Orhon'un 10 yaşındaki kızı ağır hastadır. Ve son anlarında “alevler içinde” babasının kucağındadır. Ölümünden hemen önce babasından “gidişine (Ölümüne)
ağlamamasını” istemiş hatta bu konuda söz almıştır. Ama ellerinde can veren yavrusuna dayanamayan baba yüreği, kızına verdiği sözü tutamaz ve “bir alev halinde “akan gözyaşlarına engel olamaz ve kendisine sitemini de mısralara döker.
Veda Busesi
Hani o bırakıp giderken seni
Bu öksüz tavrını takmayacaktın?
Alnına koyarken veda buseni
Yüzüne bu türlü bakmayacaktın?
Hani ey gözlerim bu son vedada,
Yolunu kaybeden yolcunun dağda
Birini çağırmak için imdada
Yaktığı ateşi yakmayacaktın?
Gelse de en acı sözler dilime
Uçacak sanırdım birkaç kelime...
Bir alev halinde düştün elime
Hani ey gözyaşım akmayacaktın?
Bir babanın evlat acısını anlatan bu mısralar daha sonra
Yusuf Nalkesen tarafından bestelenmiş ve başta Zeki Müren olmak üzere birçok
sanatçı tarafından seslendirilmiştir.
--------------------o--------------------
Gazeteciler Fidel Castro’ya sorarlar.
Siz bu ülkenin kurucu liderisiniz. Normal olarak sokaklarda sizin heykellerinizin olması beklenir. Üstelik bunca ünlü sosyalist önderler dururken siz sadece Mustafa Kemal’in heykeline izin verdiniz,
NEDEN....?
Bizler daha çok devlet adamıyız... O İSE BİR KAHRAMAN..
Sokaklara devleti yönetenler degil KAHRAMANLAR yakışır” der DEVAM EDER...
DÜNYA TARİHİNDE Vatan savunması için yapılmayan Her savaş bir cinayettir” diyen BAŞKA BİR ASKER VE DEVLET ADAMI YOKTUR..
-----------------o-------------------
ATATÜRK ZEHİRLENDİ Mİ?
Atatürk düşmanları, Atatürk’ün ölümünü alkole bağlarlar,
içki içtiği için siroz hastalığına tutulduğunu ve içkiden öldüğünü
söylerler. Amaçları İslam dinine göre içilmemesi gereken alkollü içkiyi
Atatürk’ün içtiğini, böylece Atatürk düşmanlığı temelini atmaktır.
Dinden geçinenler Atatürk düşmanlığı temelini atmak için, O’nun ölümünü bu
şekilde işlerlerken, diğer yurttaşlar da bilgi eksikliğinden ve bu konunun
yeterince işlenmemesinden dolayı, genelde bu şekilde; “Atatürk alkolden ölmüştür”
şeklinde bilirler. Bu nedenle konunun ayrıntılı ele alınması ihtiyacı vardır.
77 yıldır sadece dost meclislerinde gündeme gelen
‘Atatürk ölmedi, zehirlendi’ iddialarına ilişkin tarihi belgeleri ele alırsak,
57 yaşında hayatını kaybeden Atatürk’ün doğal yollardan ölmediği, zamanın
kudretli yöneticileri ve doktorları tarafından ‘zehirlendiğine’ ilişkin
iddialar zaman zaman dillendirilse de bu, sınırlı bir tartışmanın ötesine
geçmemişti.
İlk belge; İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın 30 Haziran
1938’de, yani Atatürk’ün ölümünden 4,5 ay önce İsmet İnönü’ye gönderdiği yazı.
“Çok kıymetli büyüğüm İsmet İnönü. Cumhurreisimizin
hastalığı gün geçtikçe ilerlemekte, çevresinde size karşı bazı tedbirler
aldığını duydukça çok üzülmekteyim. Tahsis ettiğimiz doktorun görevini layıkı
ile yaptığı kanısındayım. Cumhurreisimiz, doktorlardan çok şikayet etmiş, ‘Beni
Türk doktorlarına emanet edin’ demiştir. Yabancı doktorları uzaklaştırmak
istemektedir. Her şey yolunda ve mecrasında seyir etmektedir. Sizleri
Cumhurreisi olarak görmek arzusu hepimizde hasıl olmuştur. Hürmetle
ellerinizden öperim efendim.
Dahiliye Vekili Şükrü Kaya.” (30 Haziran 1938).
İkinci belge ise, Atatürk’ün zehirlendiği tartışmalarının
20 yıl sonra devletin zirvesindeki bazı isimlerin başını ağrıtacak ve ölüm
tehditlerine bile sebep olacak şekilde yeniden gündeme geldiğini gösteriyor.
CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek, 26 Şubat 1959 tarihindeki yazısında, daha
sonra İçişleri Bakanlığı da yapacak olan Hıfzı Oğuz Bekata’yı nazik bir şekilde
uyarıyor.
Hıfzı Oğuz Bekata, Kasım Gülek’in ‘nazikçe’ uyarılarına
rağmen Atatürk’ün ölümünün arkasındaki sırrı araştırmaya devam etti.
Bekata’nın İçişleri Bakanı olduğu 1962 yılında, CHP Genel
Sekreter Yardımcısı Doktor Lebit Yurdoğlu’ndan destek istediği, Yurdoğlu’nun
elde ettiği bulguları bir mektupla ilettiği görülüyor. Doktor Yurdoğlu,
Bekata’ya yazdığı yazıda Atatürk’ün kesinlikle öldürüldüğüne dikkat çekiyor.
Yurdoğlu tespitlerini şu şekilde sıralıyor:
“Bu konuyu derinlemesine araştırdığımda sorunun sadece
geç teşhis olmadığını, teşhisle uyumlu ilaçlar kullanılmadığını tespit ettim…
Sıtma tedavisi için kullanılan Kinin ilacının 43 şişe kullanıldığını gördüm. Bu
kadar Kinin kullanıldığında karaciğerinde onarılmaz yaralar açacağını her hekim
bilir. Bunun sanki bilinçli kullanılmış olduğun izlenimi edindim… Eppinger,
Bergman, Dr. Fissinger, Dr. Neşet Irdelp’in hekimlik görevlerini bilinçli bir
şeklide eksik yaptıkları kanısı bende hakim olmuştur.”
Atatürk’ün hayatı boyunca çekilen binlerce fotoğrafı
olmasına rağmen neden alkolik denilen bir insanın masasında ve elinde içki
şişesi ve bardağı yoktur? Hatta kız çocuğuyla birlikte çekilmiş ve elinde bir
bardak malt içeceği olmasına rağmen “Atatürk kız çocuğuna bira içiriyor” diye
iftiralar atılmıştır.
Atatürk, yanlış tedavi uygulandığı için ölmüştür. Atatürk
sanıldığı gibi siroz hastası değildi. Atatürk’e sıtma tedavisi yapılmış, aşırı
Kinin yüklenmiş ve karaciğeri bu yüzden iflas etmiş, siroza dönüşmüştü.
Tedaviyi yapan doktor Mason locası üstadı doktor Mim Kemal’dir.
Büyük Millet Meclisi’nde Atatürk’ün ölüm raporu gündeme
geldiğinde, 1935 yılında kapatılan ancak Meclis’ten tam olarak arındırılamayan
Masonlar ortaya bir fikir atarlar:
“Efendim, gençlerimize terbiye olur, onun alkol ve
sigaradan öldüğünü duyuralım…” denir ve kabul edilir, tarih kitaplarına da
böyle girer…
Atatürk, vatanımızı 11 savaş yaparak, hepsinde de zafer
ile ayrılarak düşmanı vatanımızdan kovmuştur. Bize Türkiye Cumhuriyeti’ni
armağan etmiştir.
Ne mutlu Atatürk’ü gerçek anlayan ve anlatanlara…
Selam olsun Atatürkçü Türk gençliğine…
MUHAMMED İBRAHİM BAKİ ‘ den alıntıdır.
--------------------o------------------
GAMZEDEYİM DEVA BULMAM (TATYOS EFENDİ)
(Bu yazı okununca herkesin dilinde olan "aşkım"
kelimesinin ne kadar ucuzladığı ve hoyratça yerli yersiz kullanıldığı, gerçek
aşk'ın ne olduğu görülecektir...)
Tüm şarkıların bir hikayesi vardır. Şarkılar, kendisini
severek dinleyen her gönülde gizli kalmış bir aşk hikayesini çağrıştırır.
Gamzedeyim Deva Bulmam şarkısı da bu tür şarkılardan biridir.
Hikayenin kahramanı Kemani Tatyos Efendidir. 1858 yılında
İstanbul’da doğmuş Türk musikisine bestekar, güftekar olarak 50’ ye yakın eser
bırakmış, ömrü yokluk içinde geçen, öldüğünde kilise defterine ‘Tatyos, 1913
Çalgıcı’ olarak kaydı yapılan bir keman virtiözü…
Tatyos pek konuşkan biri değilmiş. Onun ne düşündüğünü,
neler hissettiğini okuyabilen anlayabilen birkaç arkadaşı, dostu varmış.
Koltuğunun altında kemanı, tütünden sararmış bıyıkları, çökmüş avurtları,
uykusuzluk ve aşırı içkiden kan çanağına dönmüş göz çukurları ile hayatın
yükünü omuzlarında taşıyan, çocukluğundan beri dilini gönlüne hapseden ruhuyla
ancak kemanıyla anlatacaklarını anlatan, önceleri düğünlerden kıt kanaat
geçimini temin eden, daha sonra Galata’daki Pirinççi gazinosundaki hayatı ve
yaptığı besteler, semailer, peşrevlerle tanınmış ve İstanbul’un dört bir
yanında düzenlenen fasıl heyetlerinde Tatyos Efendinin eserleri çalınır olmuş.
Tatyos Efendinin en yakın iki dostu yazar, gazeteci,
besteci Ahmet Rasim Bey ve gazinodan arkadaşı kemençeci Vasili’dir. Bir akşam
Beyoğlu’ında Ahmet Rasim, Vasili ve Tatyos Efendi ‘Ehl-i aşkın neşvegah-ı
kuşe-i meyhanedir. İle başlattıkları musiki meşki ‘Bilsen ne bela geçti şu
biçare serimden’ semaisiyle devam etmiş, Tatyos Efendi gece boyunca kemanı
elinden hiç bırakmamış. ‘Mani oluyor halimi takrire hicabım’ gibi içli
şarkıları peşpeşe döktürmüş.
Gece nihayete ererken meyhanede birkaç müşteri ve
sandalyeleri toplayıp yerleri süpüren birkaç çocuktan başka kimse kalmamışken
Vasili ve Ahmet Rasim Bey de tam gitmeye hazırlanırken Tatyos Efendi kemana
uzanmış sanki saatlerdir içen ve çalan o değilmiş gibi kemanı omuzuna
yerleştirip, hafifçe başını kemana eğerek, dudaklarında acı bir tebessümle o
ana kadar duyulmamış o uşşak şarkıya giriş yapıyor; Gam-zedeyim deva
bulmam/Garibim bir yuva kurmam/Kaderimdir hep çektiren/İnlerim hiç reha bulmam.
Elem beni terketmiyor/Hiç de fasıla vermiyor/Nihayetsiz
bu takibe/Doğrusu takat yetmiyor.
Ehl-i dilin yoktur kadri/Uğraşma gel Tatyos gayri/Eserin
çok kıymetin yok/Git talihine küs bari.
Tatyos’un naaşı Kadıköy’de bir kilisenin ayin salonuna
getirildiğinde, iki elin parmaklarını geçmeyen kalabalığa ibretle bakan Ahmet
Rasim, daha dün Galata’da Beyoğlu’nda onu dinlemek için yüzlerce kişinin akın
ettiği salonları düşününce, insanların vefasızlığına hayıflanıyor.
Cenazesinde üç bacısı, dul eşi, Ahmet Rasim, kendisiyle
yıllardır çalıştığı iki sazende ve kilisenin uzak köşesinde ağlayan bir
kadından ibaret küçük bir topluluk uğurluyor son yolculuğuna Tatyos’u…
Bu şarkının hikayesini Ahmet Rasim’e vefatından hemen
önce Vasili hasta halinde anlatıyor:
-Tatyos’un Ortaköy’de bir çocukluk aşkı varmış. Kendi
cemaatinden olan kızın ailesi aniden Erivan’a göçünce kavuşamamışlar. Tatyos da
sonradan şimdiki eşiyle evlendirilmiş. Beraber içtikleri o gece kızın
İstanbul’a döndüğünü ve otuz yıldır evlenmeyip kendisini beklediğini öğrenmiş
Tatyos.
Ahmet Rasim Bey Tatyos’un kilisede yapılan cenaze
töreninin sonunda oturduğu yerden kalkarken kilise sırasına bırakılmış bir
zarfı farkediyor. Zarfın üzerinde ‘Tatyos ile birlikte defnedilecektir’ yazmaktadır.
Zarfı otuz yıl önceki çocukluk aşkı olan kadın, Ahmet
Rasim Bey’e fark ettirmeden onun yanındaki sıraya koymuştur. Ahmet Rasim zarfı
alıp usulca ceketinin cebine koyar. Zarfın kendi yanına konulmasının bir
tesadüf olamayacağını düşünüp ve zarfın içindekileri okumanın belki de Tatyos’a
karşı ifa edilecek son görev olacağına kanaat getirerek yalnız Ahmet Rasim Bey
tarafından görülen ve yarım saat sonra Tatyos’un naaşı ile birlikte toprağa
verilen zarfın içindeki kağıt da şu dizeler yazılıdır:
Takat yetişmez eleme/Bülbül imrenir çileme/Bizim şu kara
sevdamız/Kalsın öteki aleme/
Elbet kadrini bilirim/İste canımı veririm/Küsme talihine
Tatyos/Çok durmam ben de gelirim.
Her şeyin kolayca elde edilip kolayca tüketildiği,
herkesin birbirine ‘Aşkım’ diye hitap ettiği şu modern çağda Tatyos’un aşkını
sizlerle paylaştık.
En popüler mağazalarının, çiçek sepetlerinin en şık
mücevherlerin barkodlarından okutulacak bir şey değildir sevgi ve aşk. Aşk
tüketilenle değil üretilenle ilgilidir. Aşk şiir üretir, hayal üretir ve aşk
Tatyos efendinin aşkı gibi Gam-zedeyim deva bulmam diye bir şarkı üretir.
Aşk bir çocukluk sevincidir içimizde ve o eski aşklar
kalmayınca Faruk Nafız Çamlıbel’e ait satırları düşündürür bizlere;
Ne şair yaş döker, ne aşık ağlar
Tarihe karıştı eski sevdalar…
--------------o-------------
Şimdi sizlere büyük bir aşk hikayesini hatırlatmak istiyorum...
ÇİĞDEM TALU-MELİH KİBAR AŞKI
ONLARIN BÜYÜK AŞKI ŞARKILARDA GİZLİYDİ...
Kadın 12 yaş büyüktü erkekten.“Bana mısın?” demediler. Aşklarını dolu dolu yaşadılar. Tam “sekiz yıl, üç gün” süren emsalsiz bir hayat ortaklığını, Azrail’in “The End” dediği güne kadar.
Hazin bir ayrılığın / bitişin sembolü gibi. Bu aleme “Hediyemiz olsun” diye sundular 7 Nisan 2005. Hikayedeki erkeğin 15’inci ölüm yıl dönümü…Büyük aşkının bu dünyaya veda edişi ise, neredeyse 37 yıl oldu. Masal gibi bir aşk yaşadılar.Duyanlar inanmadı.Tanık olanlar ise, o hazin aşkın bitişine sadece,gözyaşları ile eşlik ettiler. Genç kadın, İstanbullu aristokrat bir ailenin kızıydı. İsviçre’de filoloji eğitimi görmüştü.Özel bir lisede İngilizce öğretmeniydi. O tarihe kadar, bırakın şarkı sözünü, iki satır şiir bile yazmamıştı. Genç adam, çocukluğundan beri müziğe tutkundu ama Konservatuvar yerine kimya mühendisi olmayı tercih etmişti. Kendisini “Notaların Efendisi” gibi hissediyordu. Haksız da değildi aslında,daha o yaşta, 1975 Eurovision Şarkı Yarışması’nın sinyal müziği “Çoban Yıldızı”nı besteleyerek, şöhrete giden yolun kapısını aralamıştı. Esmer güzeli naif İngilizce öğretmeni ile Kimyacı bestekar, ilk kez bir davette karşılaştılar. Ve...
“İşte Öyle Bir Şey…” dedirten,bir sevda masalının kahramanları oluverdiler.Sonra bir daha hiç ayrılmadılar. Ruhların ve kalplerin valsi başlamıştı. Ve, o sırada takvimler 1975 yılının serin bir sonbahar akşamını işaret ediyordu. O günden sonra,içtikleri su ayrı gitmedi. Aslında dünyaları apayrıydı ama, Müzik onları hep bir çizgide birleştiriyordu. Artık, dünya onlara “dar” geliyordu.Genç kadın şarkı sözü yazıyor, Kimyacı sevgilisi onları sihirli notalar eşliğinde unutulmazlar arasına yerleştiriyordu.
Türk Pop Müziği’nin, hala ölümsüz eserleri arasında yer alan “İşte Öyle Bir Şey”, “Sevdan Olmasa”, “Bir de Bana Sor” gibi… Dillerden düşmeyen şarkılara birlikte imza attılar. Büyük aşkın bestekarı, “Hababam Sınıfı” filmine yaptığı müzikle, “Altın Portakal” ödülünün sahibi oldu. Türkiye’nin ünlü sesleri için yaptıkları şarkılar sanki onların aşkını anlatıyordu.“Bende bu cehennem gibi yürek olmasa, Bende deli rüzgar gibi hasret olmasa, Bir de cana can katan o sevdan olmasa, Ah, bu hayat çekilmez…" Erol Evgin’in seslendirdiği o şarkı bir kor ateş gibi düştü sevenlerin yüreğine. 43 yıl önce altın plak aldı; o tarihte milyon sattı. Aralarındaki “derin yaş farkı”na karşın Türkiye, onları birbirine çok yakıştırdı. Mümkün olduğunca gözlerden uzak yaşadılar aşklarını. Ne var ki… “Koca kadının gencecik çıtır sevgilisi var!” yakıştırması bir “leke” gibi üstlerine yapışır kalır diye çok korktular. Birlikte gittikleri Polonya’daki Spot Müzik Festivali’nden sonra radikal bir karar verdiler. “Aşkımızı, bundan söyle kimselerden saklayıp, gizlemeyeceğiz.” O günlerde, film gibi bir olay geçer başlarından Kimya mühendisi, yüksek lisans için İngiltere’ye uçar. Yolculukta müthiş bir fırtınaya yakalanır, ölümden döner. O heyecanla bir beste yapar ve sevgilisine yollar. İngilizce öğretmeni, sevdiği adamı korkutan fırtınadan habersizdir. Hissettiklerini binlerce kilometre öteden satırlara döker.“İşte o an bir fırtına kopar. Sanki o an yer yerinden oynar Hoyrat bir rüzgar eserken Sallanan gemi misali Sallanır durur içimde dünya…” Artık, aşk aşktır ve aşk... Dolu dolu yaşanmaya başlamıştır.
Sonra?Sonra fena halde korktular.Ya bu aşkı Türkiye kabullenmezse?Nitekim, korkuları ağır bastı.Aşklarını kalplerine gömerler ve saygın bir şekilde bu sevda masalını bitirmeye karar verirler. Ne var ki,dudaklardan dökülen “inkar sözcükleri”ne karşın, gözlerin yalan söyleyemediği bir kez daha kanıtlanıyordu. Sadece “iş arkadaşı” olmaya / kalmaya yemin ettiler. Ve, kader ağlarını örmeye başladı.
İngilizce öğretmeni göğüs kanserine yakalandı. Tedavi için İngiltere’ye gidip, gelmeye başladı. O melun hastalığı yenmeye yemin etmişti. Neşeli görünmeye çalışıyordu ama, aslında uçsuz, bucaksız derin bir hüzün yaşadığı, “Koca Çınar” şarkısının sözlerinde kendini belli ediyordu: “Serde delikanlılık, gençlik var koca çınar. Sevda var, sen sevdanı çiğneyip geçer misin? Öte yanda gurur var, ölesiye gurur var Seni unutanları Sen olsan sever misin?” *O İngilizce öğretmeni Unutulmaz aşk şarkılarının söz yazarı Çiğdem Talu’ydu. 28 Mayıs 1983’te o güzel şarkıları öksüz bırakıp, bu dünyaya ve deli gibi aşık olduğu genç sevgilisine veda ederek bu dünyadan göçtü, gitti. O, milyonların ezberine giren şarkı sözlerine besteleri ile can veren kimya mühendisi ise Sihirli notaların yaratıcısı Melih Kibar’dı.
Büyük aşkını kaybettikten sonra, her şeyden elini eteğini çekti. Müziğe bile kahretti. O’na da 2000’li yıllarda cilt kanseri teşhisi koydular. 15 yıl önce,7 Nisan 2005’te hayata veda etti. *Çiğdem Talu ile Melih Kibar’ın “imkansız” aşkı sekiz yıl, üç gün sürdü. O zaman diliminde 250’dan fazla şarkıya birlikte imza attılar. Bunca yıldan sonra bile geriye,dinlerken hepimizin kalplerini “pır pır” ettiren emsalsiz aşk şarkılarını bıraktılar. Çiğdem Talu ve Melih Kibar,eşi, benzerine az rastlanan ölümsüz bir aşkı yarattıkları şarkılarda yaşadılar ve hissettiklerini Türkiye’ye de yaşattılar. Şimdi, sizin başınıza gelse, sevdiğinize yaşatabilir misiniz böyle bir sevda masalını. Son söz:
“Her şey seninle güzel; olmayacak düşlerin peşinde koşmak bile…"
-----------------o--------------
ÖNEMLİ BİR ÇANAKKALE ANEKDOTU
ALINTIDIR.
------------------o------------------
YARADAN'ın MUCİZESİ ----- İNSAN
-----------------o------------------
YÜZYILIN İTİRAFLARI
Öncelikle Rockefeller ailesi hakkında bulabildiğimiz
kadar bilgi verelim. Sonra bu ailenin en büyüklerinden olan David
Rockefeller’in kaleme aldığı itiraflardan “Türkiye” hakkında yazdıklarını ve
düşündüklerini öğrenelim:
6 kalp nakli, 3 böbrek ve 2 de ciğer nakli operasyonu geçiren 100 yaşına girdiğinde yaptığı açıklamada “200. doğum günümü de kutlamak istiyorum” şeklinde konuşan David Rockefeller, 20 Mart 2017 tarihinde öldü.
Rockefeller
ailesinin elinde, aile üyelerine ve ailenin fertlerine ait bilgilerin ve dünya
siyaseti, dünya ekonomisi hakkında yapılması gereken şeylerin listelerinin yer
aldığı dünyaca meşhur bir arşivleri vardır. Bu büyük arşiv yer altına inşa
edilmiş üç katlı büyük bir binada saklanır. Bu arşivde bulunan yetmiş milyon
sayfalık belgeler, kırk iki bilimsel tahsil kurumuna aittir. Bu belgeler
içerisinden araştırmacılara sadece, ailenin ölmüş üyelerine ait belgeler
verilir. Sağ olan aile üyeleri hakkındaki belgeler ise hiç kimseye verilmez.
140 yıllık bir geçmişe sahip olan bu arşiv belgeleri ABD’nin 19 ve 20. Yüz
yıllara dair dünya ölçeğindeki siyasi işlerinde ve çeşitli ülkelerde bu
yıllarda ortaya çıkan sosyal olaylardaki rolünü öğrenebilmek için çok önemli
bilgi kaynağıdır. Bu belgeler, dünya tarım işleri, güzel sanatlar, eğitim,
uluslararası ilişkiler, ekonomik gelişme, tıp, tarih, politika, halklar, din,
sosyal bilimler, kadın hakları tarihi, afro Amerikan tarihi gibi konuları
kapsayan belgelerdir.
David Rockefeller
(1915 – 1996) felsefe doktorudur. Harward ve Chicago üniversiteleri mezunudur.
Amerika’nın Uluslararası İlişkiler Şurasının, Rockefeller Üniversitesi’nin,
çağdaş Newyork Güzel Sanatlar müzesinin fahri başkanı ve en önemlisi de 1969 –
1981 yılları arasında komitenin başkanlığını yapmıştır.
2013 yılında bir internet sitesi, bu Rockefellerin bazı
yazılarını ele geçirmiş ve “ABD’li Yahudi Bankacı David Rokfeller’den Yüz yılın
İtirafları” adıyla bunları yayınlamıştır. 2014 yılında ise sözünü ettiğimiz
kitap basılmış; fakat piyasadan toplatılmıştır.
Bu itiraflar ile
ABD’nin ve Batı Avrupa’nın büyük devletlerinin yirminci yüz yılda dünya
halklarının başlarına ne oyunlar ve felaketler getirdiği açık olarak ortaya
çıkmıştır. Bu itiraflar, inanılmaz boyuttadır ve sadece Türkleri ve Türk
Dünyası ile değil, bütün dünya ile ilgili meseleler üzerinde neler yaptıkları
ve düşündükleri açıklanmıştır. Bu yazılarda Türkiye ile ilgili bölüm, bizi daha
çok ilgilendiren bölümdür. Yapılan işlerin esas aktörleri, ABD ve Batı Avrupa
devletleridir. Bütün icraatı yapan bunlardır. Bunların esas hedefleri Türkiye
ve Türklerdir.
“Türkiye, coğrafi ve stratejik bakımından çok önemli bir
ülkedir. Bu yüzden üzerinde daha fazla durmak istiyorum. Bu ülke bizim için çok
önemlidir ve Türklere bırakılacak kadar önemsiz değildir….
1) Büyük İsrail Devleti’nin sularının büyük kısmının
kaynakları Türkiye toprakları üzerindedir.
2) Türkiye Avrupa
ve Asya arasında bir köprüdür.
3) Müslüman
aleminde öncül ve demokratik tek ülkedir….
İslâmiyet’i yıkmak istiyorsak işe Türkiye’den başlamak
gerekir. Bu Türkler aslında birleşip bir araya gelseler, karşılarında hiç kimse
duramaz. Bu yüzden, böyle bir ihtimale karşı ajanlarımız her an iş başında
bekliyorlar. Türk devletlerinde anahtar mevkilerde adamlarımız var. Bunlar
böyle bir ihtimali sezseler o anda Türkiye’deki huzur ve güven ortamını bozacak
olaylar yaratırlar ve bu darbelerle bu tür bir birleşmeyi önleriz.
Medeniyetin
kurucusu ve beşiği olarak Türkleri kabul edemeyiz; tam aksine entrikalar ile bu
medeni miraslarına el koyarak biz, onları bütün dünyaya, barbar, hak – hukuk
tanımayan bir halk olarak tanıttık ve bu alanda oldukça başarılı olduk. Sümer
kralları Urukagina ve Urnammu çok Allah’lı bir cemiyet kurarak insanlar
arasında adaleti korumak ve haksızlığı önlemek için kanunlar çıkararak çağdaş
toplumlara örnek olurken bugün, tek Allah’lı bir halk olan Türkiye’de bizim
çalışmalarımız sonucunda medeni vasıflar, ahlak, terbiye, saygı, sanat,
edebiyat, tarih yok olurken; fahişelik, rüşvet, hırsızlık, haksız kazanç ve
soygun hüküm sürmektedir. Dünya çapında Türkiye’de yetişmiş, bir tane bilim
adamları, sanat adamları, edebiyat adamları ve siyaset adamları yoktur!
Aslında Türkler,
tarih kitaplarını açıp okusalar, bütün gerçeği görecekler. Ama Türkler için
duyduğuna inanmak yeterlidir; okumak onlara çok zor gelmektedir. En kolayı,
geçmişi öğrenmeden gece yatarken hissettiklerini kaleme alarak ertesi günü
hüküm vermektir. Düşünün ki, hangi tesirin altındasınız ve kime kul
olmaktasınız?
Ben de bu ana kadar en medeni ulus olarak İngilizleri
görüyordum. Türk tarihini, Türk medeniyetini öğrenince, konuyu değiştirdim.
Provokatörlerimizin çalışmaları ile 1970’li yıllardan
itibaren Türkiye’de sağ ve sol ideolojiler arasında adeta bir iç savaş
yaşattık. Ülkeye koyduğumuz ambargo ile halk canından bezmiş, yağa, tuza, gaza
muhtaç olmuştu. Birkaç kişi zenginleşmiş, halk ise sefalete düşmüştü.
Provokatörler için halkı ayaklandırmak zor olmadı. Ülke o dereceye geldi ki,
sokaklarda her gün elli – altmış kişi öldürülüyordu. Bütün ülke terör
korkusundan adeta sinmiş saklanmıştı. Binlerce Türk genci, bizim uydurduğumuz
ideolojiler esasında can verdi. Zamanı gelince bilgimiz dâhilinde indirilen bir
darbe ile terör bitti, ortalık sakinleşti. Çünkü provokatörler işi bitirmişler,
geriye dönmüşlerdi. Burada oynadığımız oyun, milleti birbirine düşürüp çaresiz
bırakmak ve onlara bir kurtarıcı göndermekti. Bu durumda o kurtarıcı, kim
olursa olsun, ‘anarşiyi – terörü bitiren, ölümleri sonlandıran’ insan olarak
kabul görecekti. Bizim demokrasi uğrundaki mücadelemizin esası buydu.
Askeri hükümet çok
sert tedbirlerle bir müddet ülkeyi yönetti. Ellinin üzerinde genç, haklı –
haksız sağdan ve soldan ayırımı yapılmadan idam edildi. Bu sert cezalar tesirini
çabuk gösterdi ve ülke bir anda süt liman oldu. Askeri hükümet bir müddet sonra
ülkeyi sivil yönetime devretti. Bizim istediğimiz bir kişi iktidarın sahibi
oldu. Askeri darbeyi yapan şahıs cumhurbaşkanı oldu. Yeni hükümet tam bizim
isteklerimiz doğrultusunda ülkenin kapılarını bize sonuna kadar açtı. Bizim
büyük şirketlerimiz bu büyük pazara aç kurtlar gibi girdiler. Ülke ABD ve
Avrupa malları ile doldu. Bu durumdan hem bizim şirketlerimiz faydalandı, hem
de ülke boğazına kadar borç batağına girdi. Türkiye, kapitalizmi o kadar güzel
uyguladı ki, yeni birçok vurgun ve soygun metotları bulundu. Hayali ihracat
arttı, bankaların içi boşaltıldı, rüşvet devletin her kademesine girdi. Başta
siyasiler olmak üzere, medya sahiplerine, üst düzey bürokratlara, bankacılara,
yazar-çizer takımına ( gazeteci, dergi yazarı ) bu dönemde milyarlarca dolar
rüşvet dağıttık.
Kardeşlik,
dostluk, iyi niyet, dürüstlük, ahlaklı ticaret unutuldu. Binlerce sahtekâr,
yalancı, hem devlet kadrolarını, hem bankaları, hem de özel şirketleri
doldurdu. Türkiye’nin bugünkü manzarasının sebebi 12. Eylül ihtilalidir desem
abartmam… Ülke yapılanları görenler tarafından alttan alta kışkırtılmaya
başlandı. Halk tepki koyuyor, sokaklar protestocularla doluyordu. Tepkileri
azaltabilmek için tam o günlerde bir Kürt meselesi çıkardık. Önce, bir örgüt
kurdurduk. Sonra küçük bir kasabaya baskın yaptırdık. Ülkenin gündemi bir anda
değişti. Kürt PKK terörü, şehit edilen asker ve polisler, halka her sıkıntıyı
unutturdu. Türkiye otuz yıldır bu mesele ile uğraşıyor. Sonuç almasını her
defasında engelledik. PKK’nın liderini ‘idam edilmemek’ kaydı ile biz teslim
ettik. Otuz yıldır süren PKK terörü, Türkiye’nin ekonomisine büyük darbe vurdu.
Binlerce insan bu terör dalgası içerisinde ölüp gitti. Türkiye, hem siyasi, hem
ekonomik hem de sosyal açıdan büyük kayıplara uğradı. Ülkenin düzgün hale
getirilebilmesi için bize başvurmak zorunda kaldı. Biz de, onlara, Osmanlı
İmparatorluğuna yaptığımız teklifleri yaptık. Kabul ettiler. Bu işler için
harcadığımız dolarların birkaç katını kazandık ve Türkiye’yi içinden
çıkamayacağı bir borç sarmalına yuvarladık.
Bugünkü Türkiye;
yalancılığın, sahtekârlığın, halkı aldatmanın, bizlere hizmet etmenin içinde
yüzüyor; Mustafa Kemal’in bizi reddetmesinin bedelini ödüyor. Böyle bir ülkenin
uzun boylu yaşaması pek mümkün değildir. Ya ruhlarda bir ihtilal yaparak
yeniden kendileri olacaklar, ya da tarihten silinip gidecekler. Anadolu
toprakları da bizim yarattığımız Ermeni ve Kürt devletlerinin olacaktır”.
David Rockefeller, itiraflarının bir bölümünde de, başka
bir zengin Yahudi ailesi olan Rothschild ailesinin bir ferdi ile yapmış olduğu
sohbete yer vermiş. Bu sohbetten de bölümler aktaralım:
“Rockefeller’in, (Dünya ülkelerini nasıl ele
geçiriyorsunuz?) sorusuna Rothschild; Birinci Dünya Savaşı Avrupa’da bize karşı
olan imparatorlukları yıkmak ve en önemlisi Osmanlı İmparatorluğunu parçalayarak
Orta Doğu’daki petrol yataklarını ele geçirmek ve İsrail devletinin kuruluş
yolunu açmak için çıkarıldı”.
“İsrail devletinin kurucusu sayılan Tehodor Herzl o
zamanki Osmanlı Sultanı II. Abdülhamid’in yanına giderek bizim ailemizin para
desteği ile Filistin topraklarını satın almak istedi. Fakat Sultan bize karşı
çıktı. Biz de gerekeni yaptık. Osmanlı İmparatorluğunu çaresiz bırakarak I:
Dünya Savaşı’na soktuk. Çok zorlansak da, Osmanlı İmparatorluğunu yıktık.
İstanbul’u ve Anadolu’nun bazı bölümlerini işgal ettik. Planlarımızı tam
sonlandıracağımız zaman Mustafa Kemal adında, padişahı ve şeyhülislam’ı
dinlemeyen asi bir general ortaya çıktı. Bütün planlarımız alt üst oldu. Hepsi
geriye kaldı”.
“Mustafa Kemal, bizim temsil ettiğimiz dünyanın en büyük
düşmanıdır. O’nun varlığı, İsrail devletinin kurulmasını otuz yıl kadar
geciktirdi ve bize milyarlarca dolar kaybettirdi. İzmir suikastı denen bir
olaya karıştığı için idama mahkûm ettiği, Osmanlı Maliye nazırlarından aziz
dostumuz Cavit Bey’i kurtarmak için O’nun yanına gittik. Bizi çok soğuk
karşıladı. Tekliflerimizin hiç birisini kabul etmedi. Ve adeta bizi, makamından
kovdu. Birkaç gün sonra da Cavit Bey’i idam ettirdi”.
İtiraflarda, Türkiye’den başka birçok ülkeye ve çeşitli
olaylara da yer verilmiş. Bu ülkelerde ve olaylardaki aktörlerden bahsedilmiş.
İkinci Dünya Savaşı, Hitler, Stalin, atom bombası, ihtilaller, darbeler
anlatılmış… İran-Irak savaşının çıkarılmasının sebepleri ve sonucu değişik bir
perspektif ile açıklanmış.
Şimdi, kendimize bakarak düşünelim… Toplumumuzu, yaşam
şartlarımızı, siyasilerimizi ve icraatlarını, bilim ve sanat seviyemizi, ahlaki
halimizi, güven ve inançlarımızı, hayata bakış ve algılayış tarzımızı düşünelim
ve sonra kendimize soralım: Yukarıda itiraf edilenlerin bugünkü durumumuzu
yaratmada tesiri yok mu? Başkalarını dinleyerek mi bu duruma geldik? Yüz yıl
önce, zengin olmayan, geçim sıkıntısı çeken; fakat dürüst, namuslu, çalmayan,
aldatmayan, güven veren bir toplum yapımız varken bugün niçin, hırsızların,
üçkâğıtçıların at oynattığı, sahtekâr, alçak, zalim ve gaddar bir toplum haline
geldik? Bu nasıl oldu? İtiraflar, bize yıllardır dost olarak görünenlerin
aslında düşman olduğunu göstermiyor mu?
Bu durumlardan kurtulmanın tek yolu, Ulu Önder Atatürk'ümüzün istediği gibi “önce vatan ve millet” duygusunun bütün fertler tarafından kabullenilmesi ve aklın kullanılmasıdır. Aklı, devreden çıkarırsak yapılabilecek bir şey yoktur. Hasta mutlaka ölecektir! Ölmemek için akıllı olmak ve önce vatan ve millet, diyebilmek gerekir. Tehdit ve tehlike çok büyük, farkında olmalıyız….
NOT: BU MAKALE, AZEBAYCAN’DA YAYINLANAN KREDO GAZETESİNDE 17. MAYIS. 2014 TARİHİNDE GAZANFER KAZIMOV’UN YAZDIĞI “ROCKEFELLER’İN İTİRAFLARI VE DÜNYMEDENİYETİNİN KURUCUSU TÜRK’ÜN BEDBAHTLIĞI” İSİMLİ MAKALEDEN YARARLANA ILARAK YAZILMIŞTIR.
-------------------o--------------------
TOPAL BACAKLI MAREŞAL
Asker ve donanım açısından daha üstün olmalarına rağmen Atatürk’e üç kez yenilir savaşta, bacağı da sakatlanır ama buna rağmen O'nun dehasına ve kişiliğine karşı büyük hayranlığı vardır. Bu hayranlık savaş sonrasında da devam eder.
Birdwood karargahı ile Pera Palas oteline yerleşmiştir.
Mustafa Kemal’in de otelde bir dairesi olduğunu bilen Birdwood, Onunla görüşmek ister. Bunun için kendisine refakat subayı olarak verilmiş olan sporcu Sedat Rıza Bey’i araya sokar. -“Buyursunlar” der Mustafa Kemal. İki general karşı karşıyadır. Birdwood çok saygılıdır. Mustafa Kemal Paşa’nın yanında Rasim Ferit Bey de vardır. Kısa bir sohbetten sonra Birdwood, iki yıldır kafasını kemiren “bizi nasıl yendi?” sorusunun yanıtını almak ister: -“Sayın komutan bizi nasıl yendiniz?”
-“Ekselans, sizin ağzınızdan dinlemek istiyorum.
Lütfediniz.”
Kimileri silmeye çalışsa da sadece Türk değil, Dünya tarihine altın harflerle yazılmış eşsiz bir dünya Lideri. Bir ulusu ve devleti yeniden dirilten Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu.
Türkiye Cumhuriyeti ayaktaysa, Türk bayrağı yükseklerdeyse, Ezanlar
okunabliyorsa, Türk ulusu onurlu yaşayabiliyorsa, O'nun eseridir. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının, milletle elele
kurarak bizlere emanet ettikleri Türkiye Cumhuriyeti'ni korumak ve yaşatmak, en
başta namus borcumuzdur...
------------------o-----------------
DR.REFİK SAYDAMYan tarafta fotoğrafını gördüğünüz Dr. Refik Saydam çok değerli bir Mikrobiyoloji uzmanı olupATATÜRK’ün silah arkadaşıdır.
Dr. Refik Saydam, Balkan Harbi ve 1. Dünya Savaşında Türk
ve Alman ordularını kırıp geçiren TİFÜS hastalığının aşısını bulmuş ve yüzbinlerce
askerimizi ölümden kurtarmıştır.
Kurtuluş Savaşında Atatürk’ün yanında yer almış ve
sonrasında Sağlık Bakanı olmuştur.
Türkiye’nin ilk Doğum ve Çocuk Hastanelerini kuran
Dr.Refik Saydam, HIFZISSIHHA ENSTİTÜSÜNÜ kurarak, burada Veba - Kolera - Sıtma
- Verem aşılarını imal etmiş ve çocukları bu hastalıklardan korumuştur. İlk
VİROLOJİ bölümünü de kurarak bu alanda büyük çalışmalar yapmıştır.
1942 yılında vefat etmiş ve ölümünden sonra da Refik
SAYDAM HIFZISIHHA ENSTİTÜSÜ, öğrencileri tarafından geliştirilmiş, bir çok
VİRÜS AŞISI yapılmış , özellikle YERLİ VEREM ( Tüberküloz ) aşısı sayesinde
Türkiye’de VEREMİN kökü kazınmıştır.
YERLİ VE Milli Aşılarımızı ÜRETEN , VİRAL ENFEKSİYONLARIN
TANI VE TEDAVİSİNDE büyük başarılara imza atan REFİK SAYDAM HIFZISIHHA
ENSTİTÜSÜ 26 Ağustos 2011 tarihinde kapatılmış ve İTHAL AŞI dönemi başlamıştır.
Bugün açık olsaydı Tifüs gibi CORONA VİRUS aşısı da bulunabilirdi.
Anısına Saygıyla.
-------------------o-------------------
1955 Yılında Amerikan Marshall Yardımı Olan,
Sulandırılmış Süt Tozlarını İçmek İçin İlkokul Öğrencileri Sırada.. O Günlerde Yaşanmış Mehmet Beyin Anısı.."1960'da İlkokula gidiyordum.
Öğretmenimiz süt tozu paketleri dağıttı; Abd'den yardım olarak gelmiş! Bizim evde 100'e yakın keçi,
30'dan fazla inek vardı. Süt ve yoğurdu satma imkânımız yoktu. Bize yetecek kadar her türlü süt ürünümüz vardı. Cicili süt tozu paketlerini sevine sevine eve getirdim. Eve girmeden önce avluda dedemle karşılaştım;
-'Elindeki nedir?' diye sordu.
Süt tozu dedim.. 'Bizim sütümüz var, götür onu geri ver, sütü olmayan çocuklara versinler.' dedi. Aslında köyümüzde sütü olmayan ev yoktu. Ben götürmek istemedim.
'-Oğlum, bunlar bizim iyiliğimiz için bunu vermiyorlar, bizi zehirlemek için
gönderiyorlar!' dedi.
Ben okul'da öğretmenimin anlattıklarına güvenerek, Dedeme karşı geldim. Bu söylediklerini okula hiç gitmemiş olan Dedemin cehaletine yordum. Beni ikna edemeyince inandırmak için bir deneye başvurdu.
-'Git, süt tozunu süte çevir getir.' dedi. Eve girip Süt tozundan süt yapıp getirdim. Sütü Götürüp köpeğimizin kulübesinin önüne koyduk. Köpek Ağzını süte koydu, yaladı, çekti..
'Beni zehirlemek mi istiyorsunuz?!.' der gibi bize baktı. Saldıracak gibiydi. Dedem süt dolu kabı köpeğin önünden alıp döktü, kabı yıkadı. Şimdi 'git, evden bizim sütten getir.' dedi.
Evden sütü getirdim, yıkanmış kaba koydu, Kabı Yine köpeğin önüne sürdük. Ağzını koydu. Bir kez nefes aldı. İki içimde sütü tamamen bitirdi. Dedem hiç okula gitmemişti ama öğretmenimden ve o sütleri okulumuza gönderen
yetkililerden daha çok şey biliyordu.." O tarihlerde bu dağıtılan süt tozlarından sonra Türkiye'de ilk "Çocuk Felci" vakaları görüldü ve Felç salgını başladı..
Sonra ne mi oldu..? Amerika bize milyon dolarlar karşılığında çocuk felci aşıları sattı.. Önce çocuklarımızı Hasta Ettiler, Peşinden iyileşelim diye İlaç ve Aşı Sattılar.. Bizi, Bomba ve Silahlarla Öldürenlerin, Aşı ve Yiyeceklerini Masum Gördüğümüz Sürece, Daha Çok Aldanırız..
Kaynak köy Enstitüleri .
----------------------o----------------------
1976 yılın da UNESCO, üyelerine bir öneri ile gelir.
Öneri paketin de ki bir cümleyi sizlere okumak istiyorum.
Diyor ki, " Bu gün UNESCO'nun üzerin de çalıştığı
bütün projelerin isim babası Mustafa Kemal'dir. "
Birden İsveç delegesil ayağa kalkar ve şöyle der;
"Ne yani, dünyada bu kadar devlet adamı var.
Hepsinin de doğum gününü böyle kutlayacakmıyız ❔"
"Genç delege arkadasıma, hatırlatmak isterim ki
ATATÜRK, öyle herhangi bir dünya lideri
değildir. Bırakın onu yıl da bir anmayı, tüm ülkeler, her problemin de çare
olarak onu aramalı."
O İsveç delegesi bu imzanın atıldığı gün, mikrofona gelir ve aynen şunları söyler :
"Ben ATATÜRK'ü inceledim. Bütün ülkelerden özür
diliyor ve ilk imzayı ben atıyorum."
ATATÜRK KİMDİR ❔
▪ULUSLARARASI ANLAYIŞ, İŞBİRLİĞİ ve BARIŞ YOLUN DA ÇABA
GÖSTERMİŞ ÜSTÜN BİR KİŞİ.
EŞSİZ DEVLET ADAMI.
Şu anda kıstas arayan ülkelere sanıyorum bundan daha iyi
bir metin gösteremeyiz.
Bu metin ki, 152 ülke tarafından, tam oy birliği ile imzalanmıstır.
•Atatürk Araştırmacısı Yazar
-----------------o-------------------
ATATÜRK - STALİN gerginliği!!
Sovyet devriminin yıldönümlerinden birinin sabahında (Yanılmıyorsam 1935) Stalin son derece sivri, anlamsız ve onur kırıcı bir demeç veriyordu.
Bu demecinde aynen şunları söylüyordu:
Herkes bilsin ki, Rus milleti; Boğazlar ve Ardahan'ı ele
geçirme arzusundan asla vazgeçmeyecektir.
Çok yakın bir zamanda bu davamızı halletmiş olacağımızı
müjdeliyorum."
Aynı gece Sovyet Büyükelçiliği'nde de ihtilalin yıldönümü
kutlanıyordu.
Atatürk, gece yarısına doğru Stalin'in bu rahatsız edici
demecinden rahatsız oluyor ve emrediyordu:
-Arabayı hazırlayın gidiyoruz.
-Paşamız bu saatte nereye gidecekler?
-Sovyet Elçiliği'ne...
Ekibin etekleri tutuşur.
Çünkü olayı kavrarlar.
İçlerinden birisi Gazi'ye:
-Paşa Hazretleri nasıl olur?
Protokolsüz mü?
Siz Devlet Başkanısınız, protokolsüz nasıl gidersiniz?
-Ben protokol falan dinlemiyorum çocuk.
Stalin vatanımın topraklarına göz dikmiş, sen bana
protokolden söz ediyorsun.
Hazırlayın arabaları!
Ulu önderimiz ve arabalar hazırlanır.
Gazi ve ekibi Sovyet elçiliğinin kapısına dayanır.
Ulu önderimiz yüzü asık bir şekilde yukarı çıkar ve o
sırada içeride büyük bir balo vardır.
Gazi kendisini karşılayan büyükelçi Karahan'ı görünce,
"Merhaba Karahan." der ve sert bir şekilde söze
devam eder:
"Ajanstan öğrendiğime göre Başkanınız Stalin,
Ardahan ile Boğazlar'ı istemiş, kararı katıymış.
Pek yakın bir gelecekte bu kararını uygulayacakmış.
Tam böyle söyleyip söylemediğini bilemem ama buna benzer
şeyler söylemiş.
Tabii bu konuşmanın bir kopyası sende vardır.
Getir bakalım şunu da işin aslını faslını iyi
anlayalım."
Gazi metnin o kısmını kelime kelime tercüme ettirir.
Konuşma ajanstan geçen metin ile aynıdır.
"Karahan, elçiliğin telsizinden derhal Stalin'i
bulduracaksın.
Başkanın tükürdüğünü yalayacak, yalamazsa ben yapacağımı
bilirim.
Bu cevap bu gece gelecek çünkü benim senin
Başkanınınkinden daha önemli bir kararım var.
İstediğim cevabı almadan elçiliğinizden dışarı adım
atmam.
Eğer cevap istemediğim şekilde gelirse, bil ki buradan
çıkıp doğru Rus sınırına gideceğim."
Karahan çaresizlik içinde telsizin başına koşar ve
Gazi'nin söylediklerini aynen nakleder.
Stalin'den gelen cevap Atatürk'ü tatmin eder çünkü
cevapta aynen şöyle söylenmektedir:
"Stalin sürçü lisan eylemiştir.
Boğazlar ile Ardahan'ı almak gibi bir arzusu kesinlikle
yoktur."
Gazi cevabı okuduktan sonra Rus Büyükelçisi Karahan'a
hitaben:
"Karahan seni geri çağırırlar ve yaşatmazlar.
Uzun süredir tanışıyoruz, istersen bize iltica et!"
Karahan bu teklife olumsuz cevap verir ve cevabı
telgraftan hemen sonra bir telgrafla geri çağırıldığını hatırlatarak:
"Teşekkür ederim.
Sizi tanımış olmam bile yeterlidir.
Yarın memleketinizdeki görevim sona eriyor.
Yarın hareket edeceğim."
Gazi fazla ısrar etmez ve Çankaya'ya geri döner.
On gün sonra şöyle bir haber gelir.
SSCB'nin eski Ankara Büyükelçisi Karahan fırında yakılmak
suretiyle idam edilmiştir...
Arıburnu, Kemal Atatürk'ten Anılar,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara,1976, s.
205-208.
Atatürk'ten Gençliğe Unutulmaz Anılar, Ahmet Gürel, Mayıs
2009
3 yıl gibi amansız bir şekilde süren Kurtuluş savaşında
yedi düveli dize getiren bir Başkomutanın ve Devlet adamının hiç şakası olmaz..
Dünya Lideri olmak öyle lafla olmuyor, işte bunun gibi
somut eylemlerle ve onun getirdiği gerçek itibarla olunuyor..
-------------------o-------------------
ATATÜRK’ E DAİR
Bırak oğlum....!
Yok rakıcıydı....
Yok laikti.....
Yok şapkaydı falan.....
Kendin bile inanmıyorsun bunlara da.....
Senden bile zekâsız biri çıkar da inanır diye geveleyip
duruyorsun.....
Ben sana anlatayım niye düşman olduğunu....;
Bir kere, adamın adı.....
"ATATÜRK...."
Türk'ün kendisinden kuyruk acın var.....
Tüyü dökülmüş uyuz it gibi.....
Adı geçse kaşınıyorsun.....
Türk lafını duydunmu alerjin azıyor.....
Kuyruk sokumun sızlıyor.....
Eeee....
Türk'ten bu denli sızı kapınca.....
Haliyle ATA'sını da sevmiyorsun.....
Sonra evladım....;
Adamın sadece adı değil.....
Safı da Türk.....
Ne güzel geçinip gidiyordunuz.....
Yedi ceddin askerlikten muaftı.....
Türk'ün üç kıtada at sırtında anası ağlarken.....
Tekkelerde miskin miskin yatıp sofu ayağına arada
kaynıyordunuz.....
Kiminiz ümmet ayağına arada kaynarken.....
Kiminiz de azınlık ayağına sırtınızı bir yabancı devlete
vermiştiniz.....
Onların kıyağıyla....
Vergisiz.....
Emeksiz.....
Zahmetsiz.....
Yaşıyordunuz.....
Hepinizin tekerine çomak soktu diye düşmansınız.....
Mesela Başöğretmen'di adam.....
Elinde tebeşirle tek tek, tane tane öğretiyordu.....
"YENİ NESİL SİZİN ESERİNİZ OLACAK....!"
Dedi.....
Geleceği komple öğretmenlere emanet etti.....
Kafanıza göre asıp kesiyordunuz.....
O uçmuş.....
Bu kaçmış.....
Falanca suda yürümüş.....
Falanca ateşten geçmiş.....
Nalıncı keseri gibi hep kendinize doğru
yontuyordunuz.....
Türk Dil Kurumu.....
Türk Tarih Kurumu.....
Örgün öğretim.....
Zorunlu eğitim.....
Bütün façanızı bozdu.....
Bütün forsunuzu çizdi.....
Kara tahtanın başında tek tek öğretiyor.....
Lazım olunca oturup ders kitabı yazıyordu.....
Sene 2020 bak.....
Halâ okumuşun şerrinden Allah'a sığınıyorsunuz.....
Cahil halka güveninizi anlatıyorsunuz.....
Oğlum siz halâ akıllı tahtaya şapkalı harf
yazamıyorsunuz.....
Tabi düşman olacaksınız.....
Başkomutandı mesela.....
Komutan lafını duyunca halâ boğazınız kuruyor.....
Tükrüğünüzü yutamıyorsunuz.....
Sizin goygoycular gibi ninja kaplumbağaya da
benzemiyordu.....
Asker gibi askerdi.....
Ölüsünden bile ödünüz kopuyor.....
Arkasından ne kadar sallasanız da vakti geldimi ip gibi
önünde dizilip içtima veriyorsunuz......
Herkese höt höt gürlüyorsunuz ama kendisi topraktayken
bile günü geldimi defterine raporunuzu yazıyorsunuz.....
"şimdi çekilebilirsin....!"
Diyor.....
Suratınız iki karış.....
Sessizce çekiliyorsunuz.....
Yani.....
Rakı falan hikâye.....
Ondan düşmansınız.....
Kadın hakları bak.....
Nasıl düşman olmayacaksın....?
Evvelden dörder dörder seçiyordun.....
Onun da seçme hakkı çıkınca senin bütün teker
kırıldı.....
Şimdi mecbur bir tane seçiyorsun.....
O işte gösterdiğin başarı da ortada.....
Yüzüne bakmamak için önden önden yürüyorsun.....
Yüzüne bakılacak olan da zaten seni seçmiyor.....
Tabi düşman olacaksın.....
Osmanlı edebiyatı yapa yapa diliniz eskidi be.....
15 sene.....
Üç kıtada o devletin askerliğini yapmış adama.....
Osmanlı edebiyatı üzerinden laf sokmaya
çalışıyorsunuz.....
Yedi düvele karşı.....
"millet...."
Dedimi.....
Türk'ü eksik etmeyen adamdı.....
Siz üç tane oy korkusuna 17 senedir o millet dediğiniz
şeyin adını söyleyemiyorsunuz.....
Milletin köpeğinin bile adı var.....
Sizin milletinizin adı yok.....
Tabi düşman olacaksınız....
Sizde o yürek yok....!
O....
Cezaevinden çıkıp Osmanlı'nın harbine koşmuştu.....
Siz cezaevinden çıkar çıkmaz soluğu yurtdışında
alıyorsunuz.....
Osmanlı'nın savaşını O yapıyor.....
Edebiyatını siz yapıyorsunuz.....
Onu bunu.....
Ötedekini beridekini.....
Memlekette hak sahibi yapmak için.....
"Çanakkale Ruhu...."
Diye bir şey geveliyorsunuz.....
Ama.....
"Anafartalar Kahramanı....."
Türk demeden millet lafını ağzına almadığı halde.....
Sizin Çanakkale ruhunda.....
Türk'ten başka herkes var geçmişine yanayım.....
Eeee.....
Siz düşman olmayacaksınız da ben mi düşman olacağım....?
"ADAM...."
15 sene savaşın üstüne.....
Bir 15 sene de trenle memleketi dolaşıyor.....
Onun üstüne bir de zeybek oynuyor.....
Yetmiyor bir de vals.....
O da yetmiyor çiftetelli dönüyor.....
Siz askerliği kantinde yiyip.....
Özel uçakla gezdiğiniz halde.....
Düz yolda gidemiyorsunuz be kardeşim....!
Siz adım atarken benim canım sıkılıyor yeminle.....
Atı.....
Eşşeği geçtim.....
Kendi attığınız asfaltın üstünde yürürken adamın uykusunu
getiriyorsunuz.....
Tabi düşman olacaksınız.....
Size laf anlatılmaz.....
Kısa keseyim ki harfler ziyan olmasın.....
Ulan.....
O'nun 12 milyon fakir nüfusla yaptıklarını
satmasanız.....
80 milyondan topladığınız haraçla memleket
yönetemiyorsunuz.....
Osmanlı'nın borcunu ödeyen adamı beğenmiyorsunuz.....
Ama....
2017 yılında çıkıp.....
"Bu sene çok borçlanacağız....."
Diye beyanat veren adamlarsınız.....
Bak.....
Sen bile anla diye daha açık yazıyorum....;
16 sene savaşın üstüne kurduğu ülkeyi.....
18 yıllık iktidarınızın üstüne borç almadan
yönetemiyorsunuz....
Anladın....?
Rakıyı makıyı.....
Laikliği falan bırakın be kardeşim....!
Biz o düşmanlığın sebebini sizden öğrenecek değiliz....!
Biz biliriz...!
Biiiiz....!
Kemal Şahin TALAN....
Selanik Platformu Başkanı....
Saygılarımla.....
ALINTIDIR....
------------------o-----------------
ATATÜRK (ÖZEL)
----------------------o------------------
BU YAZIYI ; BÖYLE BİR LİDERE SAHİP ÜLKENİN VATANDAŞI
OLMAKLA GURURLANARAK,
TEKRAR TEKRAR OKUYACAĞIM.SİZE DE TAVSİYE EDERİM.
KARŞI OLMAK MODA DEYİMLE
GERÇEKTEN “HAİNLİKTİR, ŞEREFSİZLİKTİR,
UTANMAZLIKTIR”.
* Bir geometri kitabı yazdığını...
* Üçgen, açı, dikdörtgen gibi ve 48 tane geometri
teriminin (Türkçe)
isim babasının bizzat Mustafa Kemal olduğunu...
çiçeği'nin adını, çiçeği bulan Wanderbit Üniversitesi
profesörlerinden doktor Kirk Landın`in koyduğunu ve bu
çiçeğin tüm
dünyada bu isimle üretilip satıldığını...
Cumhuriyet bayramında Atina'daki; Türk büyükelçiliğine
giderek,
Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda
bulunduğunu...
yayımlanan gazetede ilk defa sansür kelimesi geçtiğini...
dünya tarihine geçen tek bir üsteğmenimizin
olduğunu,üsteğmen Kara
Fatma'nın 700 erkek, 43 kadından oluşan bir müfrezenin
reisliğine
bizzat Atatürk, tarafından atanmış olduğunu...
diye sorulduğunda "Şartlarımızı koyarız, kabullerine
bağlı. Biz
müracaat etmeyiz üye olmak için, davet gelirse
düşünürüz" dediğini ve
bunun üzerine BM
yasasının değiştirildiğini ve üyeliğe davet edilen ilk
ülkenin Türkiye
Cumhuriyeti olduğunu....
döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz
yirmiden
fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil,büyük
istidadı ile Mustafa
Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini...
"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse onun elinden
tutmak isterse
başına Mustafa Kemal, gibi lider getirir"
denildiğini...
ATATÜRK'ün hayatını okuyup fikirlerini uyguladım”
dediğini,
Mustafa Kemal ATATÜRK'tür. Çünkü o yılın
değil asrın lideri olabilmeyi başarmış, tek liderdir'
denildiğini.
önerisinin 'Türkiye ekonomiyle savaşta bir tek Atatürk'ü
örnek alsın
yeter' olduğunu...
resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ve iktidarın
bunu birçok yerde öncelikle yerine getirdiğini...
İzmir kurtulmus, çok tatlı bir yorgunluk, Ankara'ya
hareket edecekler...
Trene binerler ve kompartımana çekilirler. Ertesi gün,
yaveri, Atatürk'ün
kompartımanının kapısını çalar. Atatürk, yorgun, bitkin
bir halde kravatını
yıkamaktadır. Yaveri: "Paşam bu ne hal, hiç
uyumadınız herhalde; niye
böylesiniz" der. "Çocuk, kompartımanıma
yastıkla battaniye koymayı
unutmuşsunuz, kolumu yastık yaptım ağrıdı, setremi yastık
yaptım üşüdüm,
uyumadım kalktım", der.
hemen size bir yastıkla battaniye getirirdik", der.
Ve bir ülke kurtarmaktan
dönen komutan tarihi bir cevap verir:"Geç fark
ettim, hepiniz en az benim
kadar yorgundunuz, hiç birinize kıyamadım. Önemli olan
benim uyumam değil;
milletimin rahat uyumasıdır".
--------------------o--------------------
CEMİLE KAYAÇELEBİ’NİN ACI ANILARI (ERMENİ ZULMÜNÜN GERÇEK ŞAHİDİ)
1984 yılında 101 yaşında iken vefat eden istiklal harbi gazilerinden ninemiz Cemile Kayaçelebi'nin 1. cihan harbinde yaşadıklarını aynen kendi ifadesiyle aktarıyorum:
"Dört çocuk annesi iken 1914 yılında başlayan 1. cihan harbini müteakip 20 Mayıs 1915'te Rusların Van'ı işgal etmelerini fırsat bilen Van'daki Ermeniler burada büyük bir katliama başladılar. Bu katliamlar bir yıl kadar sürdü. Ve biz Van'dan muhacir olup çıkmak zorunda kaldık. Vanlıların bir kısmı gemilerle gittiler. Fakat gemi sahipleri, Ermeni olduklarından binlerce aileyi gemilerde öldürüp Van gölüne atıp yok ettiler.
Van'da geri kalanlar bu hadiseyi duyduklarından karayolu
ile gitmeyi kararlaştırdılar. Yola çıkacağımızo gün doğum yaptım. Ve doğum
yaptıktan bir saat sonra emekli komiser olan kayınpederim Mahmut Bey ile yola
koyulduk. Yanımıza bir miktar yiyecek alıp ve bu yiyecekleride ineklerin
sırtına yüklemek suretiyle Van'ın Edremit Nahiyesine doğru yola koyulduk.
Erkekler cephede harp ettiklerinden kafilemizde sadece yaşlı, çocuk ve kadınlar
vardı.
Biz Edremit Nahiyesine girerken tepelerden bir sürü
silahlı Ermeni komitacıların baskınına uğradık. Komitacılar bizi koruyan 7
jandarma erini ağaçlara bağlamak suretiyle gözümüzün önünde şehit ettiler. Ondan
sonra da kafiledeki tüm yaşlı erkekleri vurup öldürdüler. Koluma giren
kayınpederime de ateş ettiler ve o da göğsünden vurulup düştü. Benim de
omuzlarıma iki kurşun rastgelmiş kan revan içinde kalmıştım.
Bütün erkekleri öldürdükten sonra, biz kadın ve çocukları
dipçiklerle vura vura tekrar Van'a getirdiler. Kafileyi parça parça bölüp ayrı
yerlerde oturttular. Ve bize: "Sizi teker teker Amerikan Sefarethanesine
götüreceğiz" dediler. Bizleri birer ikişer beşer onar dakika arayla alıp
götürüyorlardı. Ve giden de geri gelmiyor ancak silah sesleri duyuyorduk.
Ben 4 çocuğumla en sona kalmıştım. Ermeniler geldiler
1,5-3-4 yaşındaki üç oğlumu zorla alıp götürdüler ben de müdahale edeyim derken
dipçikle kafama vurdular, düştüm bayıldım kaldım. Ayıldığımda kan revan
içendeydim üç çocuğumunun ölüsü başucumdaydı.
O esnada bizim Ermeni bahçevanın kambur kızı yanıma geldi
bana; "Cemile abla sen burada ne oturuyorsun, çocuklarını öldürdüler şimdi
gelip seni de öldürecekler kalk seni ben Amerikan Sefarethanesine götüreyim"
dedi ve gizlice beni bahçelerden geçirerek Amerikan hastanesine götürdü.
Hastanede birçok esirler vardı. Hastanedekilere durumumu anlattım hiç kimse
ilgilenmedi bile. Lohusa olduğum için zaten çok kan kaybetmiş olduğumdan tekrar
kendimi kaybettim. Gözümü açtığımda hastanede bir tahta sedirin üzerinde
yatıyordum. 20 gün hastanede kaldım.
Bir gün Rus subayları geldi ve sizi Tiflis'e esir
kamplarına götüreceğiz dediler. Zaten hastanedeki esirlerin çoğu yaralı
olduğundan ölmüşlerdi. 150 kişiden kala kala 30 kişi kalmıştık. Bizi at
arabalarına bindirip Rus muhafızların nezaretinde yola çıkardılar.
Yolculuğumuz bir hafta sürdü. Yolda giderken yine Ermeni
komitacıların hücümuna uğradık, Rus muhafızlar müdahele ettilerse de yine
birkaç arkadaşımızı gözlerimizin önünde öldürdüler. Böylelikle Tiflis'e vasıl
olduk. Tiflis'te Kafkas Müslüman Türklerinin kurduğu Cemaat-i Hayriye adı
altındaki Hamhane (yetimhane) denilen bir yere yerleştik. Burada 500'ye yakın
kadın ve kız vardı. Kısa bir süre sonra beni yetimhaneye müdüre yaptılar. Ve
ben orada bulunan 500 Türk-kadın ve kızına bir Türk annesine yakışır şekilde 3
yıl süreyle hizmette bulundum.
Bir gün Enver Paşa Tiflis'e gelerek yetimhaneyi ziyaret
etti ve orada mütareke imzaladıktan sonra "sizleri İstanbul'a götüreceğiz"
dedi. Ve bizi önce Batum'a, Batum'dan da "Gülcemal" adlı bir vapurla
İstanbul'a naklettiler. İstanbul'a biz varır varmaz bizleri oradaki Türk
ailelerinin yanlarına birer ikişer yerleştirdiler. Bu arada eşim Vehbi Bey de
İstanbul'a gelip beni buldu. O zaman İngiliz işgali altındaki İstanbul''da eşim
sivil askeri memurluk yapıyordu.
İstanbul'da 5 yıl kaldık. Harp sona ermiş barış
imzalanmıştı. Ben beyimle birlikte tekrar Van'a döndüm. Fakat Van'a geldiğimde,
şen bülbüllerin yuvası olan mekanımızda baykuşlar türemişti. Van yıkılmış,
yakılmış ve harap bir haldeydi.
Bugün ben 100 yaşımda şunları söylüyorum: Dinimiz ve Devletimiz için bu mukaddes topraklar için canlarını veren aziz şehitlerimize Ulu Allah'tan rahmet diliyor, tarihi şan ve şereflerle dolu Kahraman Ordumuza dualar ederek Rabbimize hamdü senalar ediyorum. Allah bir daha bu güzel vatanımıza düşman ayağı bastırmasın..
-------------------o------------------
DERS ALINACAK BİR OLAY
Adamın biri anlatıyor. Ben lokantada oturmuşken telefonla
konuşan bir adam birden sevinç çığlıkları atmaya başladı. Konuşmasını
bitirdikten sonra garsona:
-Burada olanlara hepsine benden pilav üstü kebap ver! 18
yıl aradan baba olacağım!
Bir kaç gün sonra aynı adamı sinemaya giderken elinde 3-4
yaşında bir çocukla bilet kuyruğunda gördüm. Çocuk ona baba diyordu. Adamın
yanına gidip o günkü işinin hikmetini sordum.
Adam utana sıkıla olayı anlattı.
-O gün yan masada yaşlı bir çift vardı.
Yaşlı kadın menüye baktıktan sonra eşine: 'keşke bu gün
pilav üstü kebap yiyebilsek' dedi. Kocası da hanımının yanında utanarak ancak
çorba alacak paralarının olduğunu söyledi. bunu duyunca üstüme kaynar su
dükülür gibi oldu. Bende o yapmacık telefon konuşmasıyla onlara pilav üstü
kebap almak istedim.
Ben adama:
-Peki niye herkese yemek verdin?
adam ciddileşerek:
-Ben bütün malımın gitmesine razıyım ama bir insanın
izzeti nefsinin rencide olmasına razı değilim. eğer o yaşlı adama açıktan
yardım etseydim hanımına karşı çok mahcup olacaktı. ondan dolayı öyle yaptım!!!
----------------o---------------
AYASOFYA GERÇEĞİ
KORUNMASI İÇİN MÜZE HALİNE GETİRİLDİ.
BU OLAY O DÖNEMİN SİYASİ BİR MANEVRASI İDİ;
LOZAN ANTLAŞMASI İLE İSTANBUL SİLAHSIZ BÖLGE İLAN
EDİLMİŞTİ VE İSTANBULDA TEK BİR TÜRK ASKERİ BULUNDURULAMIYORDU. TÜRK SİLAHLI
GÜCÜ İSTANBULDA OLMADIĞI İÇİN İSTANBUL TAM OLARAK TÜRKLERİN HAKİMİYETİNDE
DEĞİLDİ.
BU DURUM ÇOK TEHLİKELİYDİ. ATATÜRK YENİ BİR HAMLE İÇİN
ZAMANINI BEKLEDİ VE NİHAYET 2. DÜNYA SAVAŞI BAŞLAMADAN ÖNCE HİTLER’İN VE
MUSSOLİNİ’NİN İSTANBUL’U GEÇEREK RUSYA’ya SALDIRMASI ÖNGÖRÜSÜNÜ ATATÜRK
SEZMİŞTİ (O DEHANIN ŞU ÖN GÖRÜSÜNE BAKIN Kİ 2. DÜNYA SAVAŞINDA GERÇEKTEN DE
HİTLER RUSYA’YA SALDIRMIŞTI.)
VE ATATÜRK HAMLESİNİ YAPTI İŞTE ŞİMDİ TAM ZAMANI İDİ. YIL
1934 İDİ. TAMAM LOZAN ANTLAŞMASI İLE İSTANBUL TÜRKLERE AİT OLDU AMA ANTLAŞMAYA
GÖRE TÜRK ORDUSUNUN İSTANBUL’DA BULUNMASI YASAKLANMIŞTI.
İŞTE BU KONU ATATÜRK’ÜN CANINI SIKIYORDU. İSTANBUL TÜRKİYE
TOPRAĞIYDI AMA TÜRK ORDUSUNUN ORAYA GİRMESİ YASAKTI VE İSTANBUL KORUNMASIZ BİR
HALDE İDİ.
ATATÜRK İSTANBUL’A TÜRK ORDUSUNUN GİRİP TAM EGEMENLİK
SAĞLAMAK İÇİN BİR ANTLAŞMA YAPMAK İSTİYORDU Kİ ALMANYA’NIN HİTLER TEHDİNİNİ ÇOK
BÜYÜK BİR FIRSAT GÖREREK HAMLESİNİ BAŞLATTI. BU ANLAŞMA İLE LOZAN ANTLAŞMASINA
İLAVE MADDE OLACAKTI. BU ANTLAŞMANIN ADI MONTRÖ ANTLAŞMASIDIR.
HİTLER TEHDİDİNİN SEKİZ YIL ÖNCEDEN FARKINDA OLAN ATATÜRK
İSTANBUL’UN STRATEJİK ÖNEMİNİ RUSYAYA BİLDİRDİ VE RUSLAR HİTLER’İN GELECEKTEKİ
TEHDİDİNE ÖNLEM ALMAK İÇİN ATATÜRK’E TAM DESTEK VERDİ.
AYNI ZAMANDA HİTLER TEHDİDİNDEN KORKAN AVRUPA ÜLKELERİNİN
DE İKNA EDİLMESİ GEREKİYORDU. AVRUPA DEVLETLERİNİ DE BU ANTLAŞMAYA ÇEKMEK İÇİN
ORTODOKS DİNİNE MENSUP OLAN ÜLKELERİ YEMLEMEK GEREKİYORDU. ÇÜNKÜ AYASOFYA
FATİH SULTAN MEHMET’İN FETHİNDEN ÖNCE
BİR ORTODOKS KİLİSESİ İDİ. VE ATATÜRK BÜYÜK OYUNUNU OYNADI; AYASOFYAYI MÜZE
HALİNE GETİRTEREK ORTODOKS CEMATİNİN DE SEMPATİSİNİ KAZANIP ORTODOKS CEMAATİNİN
DE TAM DESTEĞİNİ ALDI VE MONTRÖ ANTLAŞMASINI GERÇEKLEŞTİREREK BÜYÜK BİR BAŞARI
SAĞLADI. İŞTE O GÜN İSTANBUL TÜRK ASKERLERİ İLE DOLDU.
MÖNTRÖ ANTLAŞMASI İLE İSTANBUL TAM OLARAK TÜRKLERİN ELİNE
GEÇMİŞTİR.
YANİ AYASOFYA’NIN MÜZEYE DÖNDÜRÜLMESİNİN KRİTİK SEBEBİ
İSTANBUL’UN SİLAHLANMASI İÇİN ORTODOKSLARA KARŞI KURULMUŞ OLAN İNCE BİR SİYASİ
OYUNDUR. BU BİR FETİHTİR, BU BİR ZAFERDİR. BU AKLIN GÜCÜDÜR.
MÖNTRÖ ANTLAŞMASI ATATÜRK’ÜN EN BÜYÜK BAŞARILARINDAN
SADECE BİRİDİR.
ATATÜRK İSTANBUL’U FETH EDEN
İKİNCİ FATİH’TİR.
İŞTE İSTANBUL FETHİ BÖYLE YAPILIR.
HARİÇTEN GAZEL OKUYARAK İSTANBUL FATİHİ OLUNMAZ.
PROF. DR. ZEKİ PALALI
-------------------o----------------
BEKİR COŞKUN YAZDI
ŞanlıUrfa'lı Alevi olmayan Alevi aşığı yazar Rahmetli Bekir Coşkun'un bir yazısı..
Sazın olmaz, zurna ile söylersin Türkünü…
*
Aleviler'i çek al…
Kilimindeki renk gider…
Kemal Sunal ile kahkahan,
Yılmaz Güney ile isyanın biter…
Pir Sultan'ı, Yunus'u, Fuzuli'yi, Kul Himmet'i, Aşık
Veysel'i, Mahsuni Şerif'i çıkart, bak Anadolu'dan geriye ne kalır?..
Mevana'yı çek al, ha Haymana,
ha Konya…
*
Aleviler laik, çağdaş Türkiye'yi isterler…
Aydınlık yüzümüzdür Aleviler…
*
Aleviler; 20 milyondur…
Aleviler; aydındır…
Aleviler; iyi vatandaşlardır…
Aleviler; okuyan, anlayan, bilen, dinleyen, bakan, gören,
düşünen insanlardır…
Aleviler; çalışkandır…
Aleviler; her zaman çağdaşlıktan yana oldular…
Aleviler; inançlarında samimi oldukları için kimliklerini
asırlardır acı çeke çeke, can vere vere koruyabildiler…
*
Aleviler; tarihin en kanlı hesabını sorarken bile, sadece
kendi dizlerine vurdular…
Aleviler; “incinsen de incitme” dediler…
Aleviler; kavga istemezler…
Aleviler; ellerine silah almazlar…
*
Aleviler; yaşama ve doğaya saygılıdır…
Aleviler; Allah'ın yarattığı tüm canlıları sevdiler…
Aleviler; kadını ikinci sınıf vatandaş sayarak, bir mal
gibi görerek, ona şüpheyle bakarak, insan yerine koymayarak, kapalı kapıların
arkasına hapsetmediler…
Aleviler; kadına güvendiler…
Aleviler; yobaz değildir…
Aleviler; saz çalarlar…
Aleviler; dans ederler…
Aleviler; ozanları, şairleri, sanatçıları yakmazlar…
Edebiyatçıları kovmazlar… Düşünceyi cezalandırmazlar… Aydınları, topluma ışık
tutanları vurmazlar…
*
Aleviler; “el, dil, bel sağlamlığı” isterler…
Aleviler; çağdaş dünyanın reddettiği, akıl dışı
ahmaklıklara, hurafelere, inanç adına yalanlara kanmazlar…
*
Aleviler; Türkiye'nin aydınlanma sürecine ihanet
etmediler…
Aleviler; barışçıdır…
Aleviler; hoşgörülüdür…
Aleviler; candır…
Aleviler; vefalıdır…
Aleviler; dürüsttür…
Aleviler; yüreklidir…
Aleviler; yiğittir…
----------------------o---------------------
GERÇEK MUTLULUK
Hintli milyarder Ratan Tata'ya radyo sunucusu tarafından bir telefon görüşmesinde sorulduğunda: "Efendim, hayatta en mutlu olduğunuz anı ne olarak hatırlıyorsunuz?"
"Hayatta mutluluğun dört aşamasından geçtim ve sonunda gerçek mutluluğun anlamını anladım.
İlk aşama zenginlik ve kaynak biriktirmekti. Ama bu aşamada istediğim mutluluğu elde edemedim. Ardından değerli eşyaların toplanması olan ikinci aşaması geldi.
Ama bunun etkisinin de geçici olduğunu ve değerli şeylerin parıltısının uzun sürmediğini fark ettim. Ardından büyük bir proje alma olan üçüncü aşaması geldi.
O zaman Hindistan ve Afrika'daki dizel yataklarının %95'ine sahiptim. Ayrıca Hindistan ve Asya'daki en büyük çelik fabrikasının sahibiydim. Ama burada da hayal ettiğim mutluluğu elde edemedim.
Dördüncü adım, bir arkadaşımın benden bazı engelli çocuklar için tekerlekli sandalye almamı istemesiydi. Yaklaşık 200 çocuk. Arkadaşımın tavsiyesiyle hemen tekerlekli sandalyeleri aldım. Ama arkadaşım onunla gitmem ve tekerlekli sandalyeleri çocuklara vermem konusunda ısrar etti. Bende hazırlanıp onunla gittim. Orada bu çocuklara tekerlekli sandalyeleri kendi ellerimle verdim. Bu çocukların yüzlerinde garip bir mutluluk parıltısı gördüm. Hepsini tekerlekli sandalyede otururken, dolaşırken ve eğlenirken gördüm. Kazanan bir hediyeyi paylaştıkları bir piknik yerine ulaşmış gibiydiler.
Gerçek mutluluğu içimde hissettim.Ayrılmaya karar verdiğimde çocuklardan biri bacağımdan tuttu. Bacaklarımı yavaşça kurtarmaya çalıştım ama çocuk yüzüme baktı ve bacaklarımı sıkıca tuttu. Eğilip çocuğa sordum: Başka bir şeye ihtiyacın var mı? Bu çocuğun verdiği cevap beni sadece şok etmekle kalmadı, hayata bakışımı da tamamen değiştirdi.
---------------------o-----------------------
AZ KURU
Üniversite 1. sınıftaydı. Ekonomik durumu iyi değildi.
Ailesi elinden geleni yapsa da yeteri kadar para gönderemiyordu. Mühendislik
okuyordu. Çok acıktı, Çarşıda bir lokantaya girdi;
- "Az kuru alabilir miyim? “ dedi. Elindeki parayı
tedbirli harcamak zorundaydı. Lokantacı halini anladı. Ağzına kadar dolu bir
tabak kuru, bir de pilav getirdi. Parasına gelince, sadece az kuru parası aldı.
Talebe hergün “az" dedi; lokantacı çoook verdi. Yıllar geçti, okul bitti.
Yıllar daha da geçti. Talebe işi gücü yerinde zengin bir mühendis oldu.
Aklına bir gün "az kuru" geldi. Atladı okuduğu
şehre gitti. Çarşıda lokantanın olduğu yere geldiğinde Baktı ki lokanta yok.
Hemen esnafa sordu:
- "Buradaki lokanta nerede, sahibi nerede?“ Esnaf,
- “Lokanta kapandı, amca da az aşağıda oturuyor.” dedi.
Tarif ettiler. Talebe gitti evi buldu. Kapıyı çaldı. Amca kapıyı açtı.
-"Buyurun”
- “Amca ben yıllar evvel burada okudum. Hep az istedim,
sen çook verirdin. Amca talebeyi hatırlamadı. O her talebeye öyle yapardı.
- "Hatırlamadım oğlum, yıllar oldu." dedi.
Talebe,
- "Burada oturuyorsun galiba, ev senin mi amca
dedi?" Amca,
- "Yok oğlum kira, hanım ben idare ediyoruz."
dedi. Talebe,
- “Peki” dedi ve;
Gitti ev sahibini buldu. Evi satın alacak kadar zengindi
ve alıp amcaya verdi. Üstüne hatırı sayılır bir miktar para da bıraktı. Amca,
- “Aman oğlum ne yaptın? Ne gerek vardı bu kadarına?”
dedi. Talebe;
- “Amca, senin az kurun olmasaydı ben aç yatar, aç
kalkardım. Belki okulu bile bitiremezdim. Şimdi öyle zenginim ki! İnan benim
sana verdiğim, senin bana verdiğinden daha değersiz. Sen hakkını helal et o
bana yeter.”
Sarıldılar, ağladılar.
İŞTE BİR İNSANLIK ÖRNEĞİ
----------------------0------------------------
TÜRK İSTİKLAL HAREKETİ!
TÜRK’ÜN TÜRK’E DÜŞMANLIĞI!
Adı, Russell Crowe…
7 Nisan 1964 Wellington, Yeni Zelanda doğumlu.
“Gladyatör” filmiyle Oscar aldı. Altın Küre ve Bafta ödüllerini de kazandı.
Tanıyorsunuz; dünyaca tanınmış bir aktör…
İlk yönetmenlik denemesinde bizden bir hikaye anlattı: Son Umut…
Filminde; aynı zamanda başrol oynadı; Çanakkale Savaşı’nda kaybolan üç oğlunu
aramak için Anadolu‘ya gelen Yeni Zelandalı çiftçi bir babanın hikayesini konu
etti.
Filme gittim. Şaşırdım…
Russell Crowe gibi bir dünya yıldızı, ülkesinin hikayesini anlatırken bizim
Kurtuluş Savaşı’mızla ilgili şu tespitlerde bulunuyordu:
- İngilizler işgalcidir.
– Yunanlılar katliamcıdır.
– Mustafa Kemal Türkiye’nin geleceğidir.
Kuvayı Milliye’ye katılmak için Ankara’ya giden Binbaşı Hasan’ın gözlerindeki
ateş ile sözlerindeki umut yanaklarımı ıslattı.
Belki ben görmemişimdir, bilemiyorum; ilk kez bir yabancı filmde bizim
insanlarımız iyi-güzel-haklı gösteriliyordu.
Bir haftadır film üzerine düşünüyorum.
İstedim ki filmle ilgili bir değerlendirme yazısı okuyayım. Yok. Bulamadım.
Filmden önce neler neler yazılmıştı; tabii çoğu magazin olan.
Film vizyona girdi; medyadan ses kesildi.
Anladım; Russell Crowe büyük hata yapmıştı; Türkleri aşağılasa idi, medyada ne
çok haber olurdu. Hayır, dış basını değil bizim medyadan bahsediyorum.
Hiç yazılmadı değil; “Son Umut”un gişesinin kötü olduğu, Avustralya’da bile
seyredilmediği gibi yalan haberler yaptılar!
Fatih Akın’ın, Türkleri “Ermeni soykırımcısı” olarak gösterdiği “Kesik”
filmiyle ilgili yazıları bizim medyada (ki kimi gazetelerde manşet bile oldu)
okudukça şunu sordum; “Türkler, neden Türklere bu derece düşman!”
...(devamı var)
"Bir ulusun, ulusal bilincini, ulusal duygusunu ve reflekslerini nasıl yok
edersiniz? Bunun denenmiş, sınanmış bir yöntemi vardır: O ulusun tarihsel
varlığını sorgulamaya açarsınız! Yani o ulusun tarihini yeniden tartışırsınız.
Mesela, Türkler kendilerini kahraman bir ulus olarak mı görüyorlar? Onlara ne
kadar korkak bir ulus olduklarını göstermek gerekir! Ya da Türkler Atatürk’ü
çok mu yüceltiyorlar? Onlara Atatürk‘ün ne kadar sıradan birisi olduğunu
göstermeye çalışırlar.
Farkındaysanız son on yıldır böylesi bir dönemden geçiyoruz…
İşte psikolojik harp budur arkadaşlar…”
Evet… Bu sözlerin yazarı(Prof. Dr. Kerem Doksat…) sosyal medyada en çok
saldırıya uğrayan.. (devamı var)
“Son Umut” filmindeki Binbaşı Hasan’ın…
Sorbonne Üniversitesi öğrencisi Hasan Tahsin’in mücadele ruhunu taşımıyorsanız
daha çok ağlarsınız!"
Soner YALÇIN’ dan alıntıdır.
-------------------o-----------------
Sizlere sabırla okumanız dileğiyle siyasi bir anekdot aktarıyorum.
ALINTIDIR..
Sanki içimizi okuyup kaleme alınmış, bilerek
yazılmış acılar acısı gerçeklere işaret
eden bir yazı olması nedeniyle burada dostlarımıza paylaşıma konulmuştur.
*
Vecdet Öz, esnaf bir ailenin çocuğu olarak Samsun'un
Çarşamba ilçesinde dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini burada tamamladı.
İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi'nde yüksek lisans tahsili gören
Öz, doktorasını aynı üniversitenin Adli Tıp Enstitüsü'nde tamamlamıştır.
BUGÜNE KADAR AKP KONUSUNDA OKUDUĞUM EN KISA, ÖZ, AÇIK,
SEÇİK VE NET MAKALEDİR..!*
Yorum ve bilgilerinize sunulur.
ADALET PARTİSİ GENEL BAŞKANI Doktor Vecdet ÖZ'ün
Yazdıklarına bakar mısınız.?
Değerli Dostlarım,
20 yıldır yaşananları olağan bir siyasi süreç olarak
kabul ederseniz çok yanılırsınız..
İktidarın planlı ve kasıtlı icraatlarını klasik bir
muhalefet anlayışıyla basit bir siyasi beceriksizlik, yandaşa rant sağlama ve
irtikap mantığı içinde açıklamak, gözü açılmamış siyasi bir saflık ve
budalalıktır...
AKP, alıştığımız manada bir siyasi parti değil bilakis
ihvancı geleneğin temsilcisi olan, marjinal içgüdüsel reflekslere sahip
Cumhuriyetin düşmanı bir partidir.!
Hatta parti ifadesinin ötesinde içeriği ve faaliyetleri
itibarıyla her şeyi göze almış bir siyasal İslam örgütüdür..
Bu yapı dış
destekli bir proje ile iktidarı ele geçirdiği günden itibaren Cumhuriyet
Türkiye’sini yönetilecek değil darülharp mantığı içinde fethedilecek bir ülke
olarak görmüştür.!
T.C. bu örgütsel
yapının nezdinde her zaman kafirler tarafından kurulmuş ve yıkılması gereken
bir küffar devlettir.!
Mevcut yapıyla
geçmişten illiyet bağı bulunan ve Almanya’da devlet destekli örgütlenmiş olan
kara sesin de ifade ettiği gibi Baş Kafir ise maketini sembolik olarak idam
ettikleri Mustafa Kemal Atatürk’tür.!
Bu yüzden kafir
ülkesi kabul ettikleri T.C. Devleti’nin malını, mülkünü yemek, banka faizini
almak, talan etmek, içini boşaltmak uyguladıkları darülharp nedeniyle hak ve
helaldir.!
Onlar yıllardır bu
ülke ve laik toplumla hep savaş halinde oldular ve bunun için de çaldıklarını
hırsızlık malı değil hep ganimet olarak gördüler.!
Yok ettikleri
milletin hazinesi değil küffarın kasası oldu.!
Aynı zamanda
küffar kabul ettikleri laik toplumun iffeti, namusu, kızları da malı gibi
haktı, helaldi.!
Şimdi anladınız mı;
Onca malın, mülkün haraç, mezat satılmasını.!
Hazinenin tamtakır
boşaltılmasını.!
Her türlü milli servetin iç edilip ganimet misali
paylaşılmasını.!
Milletin malıyla
büyük bir ihtişam ve saltanat içinde yaşam sürme nedenlerini.!
Buna rağmen milletin ve evlatlarının sefalete terk edilip
borç batağındai yaşatılmasını ve bundan da büyük bir zevk alıyor olmalarını.!
Sübyanların ırzına
geçilip çocuk yaşta hoca nikahı kıyılmasını.!
Alay edercesine akıl dışı garip açıklamalar yapılmasını.!
Tüm ekonomik
kuralların yok sayılmasını.!
T.C. ibarelerinin parçalarcasına sökülmesini.!
Milli bayramları
kutlanmama girişimlerini ve garip bahaneleri.!
Haddini aşan keşke Yunan kazansaydı söyleminin nedenini.!
Hain cenazelerine yapılan
devlet törenlerini ve tabutlarına omuz vermelerini.!
Devlet dairelerinde Atatürk posterlerinin baş aşağı
asılma nedenlerini.!
Türk’ün destanı
Ergenekon’a kara çalma girişimlerini.!
Onca generali tutuklayıp büyük bir zevkle rütbelerini
sökmelerini.!
TSK’yı ve bağlı
tüm askeri kurumları tahrip etmelerini.!
Türk bayrağının üzerinde bağdaş kurup
değersizleştirmelerini.!
İstiklal Marşı’nda
ayağa kalkmamalarını.!
Andımıza karşı olmalarını ve ısrarla
yasaklattırmalarını.!
Türklük ifadesine
olan düşmanlığın nedenini.!
Atatürk’e ve kahramanlara yapılan onca hakaret ve
saygısızlıkları.!
Şehide kelle
askere tane demelerini.!
Askerimizin başına çuval geçirildiği gün alaycı sözlerini
ve tebessümlü yüz ifadelerini.!
Sürekli olarak
anayasanın ilk dört maddesini hedef almalarını.!
Demografik yapıyı tahrip etmek ve ihvancı yapıya uygun
yeni bir toplum inşa etmek için adeta bir kavimler
göçüne dönüştürülmüş milyonlarca sığınmacının ülkeye girmesine göz yummalarının
ve vatandaşlık vermeye başlamalarının nedenini.!
Her türlü itiraza rağmen pişkin ve soğukkanlı
tutumlarını.!
Kayıp silahların
çözülmeyen akıbetini.!
Kendi yandaşlarına verilen aşırı silah ruhsatlarının
nedenini.!
Muhalefet
edenlerin havadan sudan sebeplerle tutuklanmalarını.!
Bir korku imparatorluğunun kurulmuş olmasını.!
Medyadaki yoğun
algı yönetiminin sebebini.!
Daha yazacağım çok şey var lakin sizleri yormayayım..
Zannediyor musunuz ki yıllarca sarf ettikleri böylesi bir
çabayı bir anda yok kabul ederler ve sıradan bir seçimle sessiz sedasız çekip
giderler.!
Öyleyse çok safsınız.!
AKP bu ülkede kaybedeceği hiçbir seçimi y a p t ı r m a z !
*2023 bunlar ve dolayısıyla hamileri için bir rövanş
tarihidir, parantez olarak kabul ettikleri bir dönemin 100. yıl seneyi
devriyesinde kapanacağı kin ve intikam günüdür.!
Mevcut muhalefet ve sıradan söylemler bunlara vız gelir.!
Yukarıda ifade ettiğim gibi finale çok az kaldı.!
Artık uyanma ve Atatürk çizgisindeki tüm muhalefet
partilerinin, sivil toplum örgütlerinin ve toplumun milli bir ruh içinde tek
parça olma vaktidir.!
Bu bir müdafaa-i hukuk mücadelesidir...
Yoksa geçmiş olsun Türkiye’m...
Dr. Vecdet ÖZ
-----------------o-------------------
KANSER ve İLACI
Gurbetteki Bilim Adamları Derneği Başkanı. ABD.
2018 yılında Amerika ve Japonya’dan iki bilim adamı,
“immüno-onkoloji” olarak adlandırılan yeni bir onkoloji tedavi yöntemi için tıpta
Nobel Ödülü aldılar.
Bu, yakın bir gelecekte korkunç kanser hastalığının, evde
nezle gibi tedavi edilebileceği anlamına geliyor! Bu, bir zamanlar tedavi edilemeyen ve bir çok kişinin
korkunç acılar içinde ölümüne sebep olan iskorbüt hastalığı gibidir. İskorbüt
tedavi edilemiyordu ve her hangi bir ilacı yoktu, ancak daha sonra , bu
hastalığa C vitamini eksikliğinin yol açtığı ortaya çıkmıştı. Bugün iskorbüt
hastalığına hiç kimse yakalanmıyor. Öyle görünüyor ki, korkunç ve ölümcül bir
hastalık olan “kanseri” de aynı kader bekliyor. Kanserin nedeni, işlenmiş gıdaların kullanımı ve
vitamin eksikliğidir.
İnsanların bunu önceden bildiği, fakat kar etme
tutkusundan dolayı sessiz kaldığı düşünülünce dehşete kapılmamak mümkün değil.
Bu gün, aldığım bilgiye karşı farklı tutum gösterilebilir, ancak ben sadece
sizinle paylaşmak istedim:
Unutmayın : “Kanser” denen bir hastalık yoktur. Kanser, sadece B17 vitamini eksikliğinden başka bir şey değildir.
🔸 Ağır yan etkileri olan kemoterapi, ilaç tedavisi ve ameliyatı kabul etmeyin!
🔸
Eski zamanlarda denizcilerin iskorbüt hastalığından müzdarip olduklarını
hatırlayın, bir çok kişi bu hastalıktan ölüyordu! Bazı kişiler de bundan
sürekli kazanç elde ediyordu.
Daha sonra ise
iskorbütün sadece C vitamini eksikliğinden kaynaklandığı ortaya çıktı. Yani bu
bir hastalık değildi!
🔸
Kanser de aynı şey. Sömürgeciler ve insanlığın düşmanları tam bir kanser
endüstrisi inşa ettiler ve çok büyük paralar kazanıyorlar.
🔸
Onkoloji endüstrisi II. Dünya Savaşından sonra büyümeye başladı. Kanserle
mücadele etmek için her hangi bir
prosedüre, tedavi kürlerine ve masraflara gerek yok! Bunların hepsi,
sömürgecilerin ceplerini doldurmak içindir, çünkü kanser tedavisi uzun zaman
önce bulunmuştur.
🔸
Kanserin önlenmesi ve tedavisi hakkında bilmemiz gerekenler:
Kanser sadece B17
vitaminin eksikliği olduğundan, her gün 15-20 kayısı çekirdeği tüketmemiz
yeterli olur.
🔸 Buğday filizi
(tomurcukları) yiyin.
🔸
Buğday filizi müthiş bir kanser ilacıdır. Bu, tüm kanser önleyici maddelerin en
güçlüsü olan sıvı oksijenin ve laetril’in en iyi kaynağıdır. Bu madde, B 17
vitaminin (amigdalin’in) özüdür ve elma çekirdeklerinde bulunur.
“Kanserin Ölümü” adlı kitabında Doktor Harold Manner,
letril’in etkisinin kanser tedavisinde %
90’ın üzerinde olduğunu yazmıştır!
🔸
Amygdalin (B 17 Vitaminin) kaynakları:
🔸 Tohum veya meyve tohumları doğadaki B 17 vitamininin konsantrasyon halidir. Bu, elma, kayısı, şeftali, armut ve kuru erik çekirdeklerini kapsıyor.
Fasulye filizi, mercimek filizi, lima fasülyesi ve
bezelye gibi baklagiller ve tahıllar.
🔸
Acı badem (doğada en zengin B 17 vitamini kaynağı) ve Hint bademi.
🔸
Her türlü dut, yabanmersini, ahududu ve çilek.
🔸
Susam ve keten tohumu.
🔸
Yulaf, arpa, kahverengi pirinç, buğday, darı, keten ve çavdar.
Bu Vitamin ayrıca mayada, ham pirinçte ve balkabağında
bulunur.
🔸
Kanser karşıtı ürünlerin listesi :
Kayısılar (çekirdekler). Diğer meyvelerin çekirdekleri /
tohumları:
1⃣. Elma. 2⃣. Vişne. 3⃣. Şeftali. 4⃣. Kültür eriği. 5⃣. Erik. 6⃣. Armut. 7⃣. Lima fasülyesi.
Bulaşık deterjanın
ve sıvı sabunun parçacıklarının vücuda girmesi, kanserin başlamasının ana
nedenidir.
🔸
Bulaşıkları ne kadar iyi durulasanız durulayın, ufak bir deterjan parçası bulaşıkların
üzerinde kalır ve vücudunuza girer.
🔸
Bu zararlı maddeleri tamamen hayatınızdan çıkartmak istemiyorsanız, bunun da
basit bir çözümü var.
🔸
Bulaşık deterjanını (ve sıvı sabunu) sirke ile 50: 50 oranında karıştırın. İşte
bu kadar!
Artık asla kansere
yakalanmayacaksınız!
Dondurulmuş
limonlar - kansere çaredir
Bunu bilmiyor
muydunuz?
Restoranlar ve kafelerdeki birçok uzman, tüm limonları
kullanır veya tüketir ve hiçbir şeyi boşa harcamazlar.
Bütün limonu israf etmeden nasıl mı kullanabiliriz?
Son derece basit!
Yıkanmış limonu buzdolabınızın dondurucusuna koyun. Limon
dondurulduktan sonra rendeyi alın, tüm limonu rendeleyin (kabuğunu soymadan) ve
yemeklerin üzerine serpin.
Limonu sebze
salatalarına, dondurmaya, çorbalara, pilav ve bulgura, makarnaya, spagettiye,
pirince, suşiye, balık yemeklerine vs… katın. Bu liste sonsuza kadar devam
edebilir.
Tüm yemekler
beklenmedik bir şekilde, daha önce hiç tatmadığınız lezzetli bir tada sahip
olacak. Genellikle limon denince, sadece limon suyu ve C vitamini akla
geliyor. Şimdi Limonun Sırrını öğrendiğinize göre, limonu,
bir bardak hazır erişte çorbasında bile kullanabilirsiniz.
Kabuğu atmayı
önlemenin ve yemeklere yeni bir lezzet katmanın haricinde bütün limon
kullanmanın temel avantajı nedir? Limon kabuğu limon suyundan 5-10 kat daha
fazla vitamin içerir. Ve siz genellikle kabuğu atıyorsunuz. Ancak şimdi, basit
bir şekilde tüm limonun dondurulması ve ardından yemeklerin üzerine serpilmesi
işleminin ardından tüm bu besin maddelerini tüketebilir ve daha sağlıklı
olabilirsiniz. Limon kabuğu, vücuttaki toksik elementlerin yok edilmesinde
güçlü bir indirgeyici ajandır. Yıkanan limonu dondurucuya koyun ve ardından her
gün yemeklerin üzerine rendeleyin. Bu, yiyeceklerinizi daha lezzetli,
hayatınızı daha sağlıklı ve daha uzun hale getirmenin anahtarıdır! Bu Limonun
muhteşem Sırrıdır! Limon (Citrus), kanser hücrelerini öldüren harika bir
üründür. Ayrıca kemoterapiden 10.000 kat daha güçlüdür.Böylece, limon kabuğunun
hoş aromasının yanı sıra, limon suyundan 10 kat daha fazla vitamin içerdiği ve
vücuttaki toksik elementlerle savaşmaya yardımcı olduğu ortaya çıkmıştır. Fakat
en önemlisi, limon kanser hücrelerini öldürmektedir.
Neden biz bunu bilmiyoruz? Çünkü büyük şirketler, onlara
inanılmaz karlar getiren sentetik analogların üretimi ile ilgileniyorlar.
Gelirlerini tehlikeye atmamak için, limonun mucizevi özelliklerini gizli
tutuyorlar.
Limon ağacının bileşenleri, kanser hücrelerinin
büyümesini yavaşlatmak için yaygın olarak kemoterapide kullanılan
Adriamycin’den 10.000 kez üstündür. Ve en önemlisi, limon özü ile yapılan
terapi sadece kötü huylu hücreleri yok eder.
Yan etkisi
olmadığı için limonları dondurun, rendeleyin ve sağlık için tüketin!
Bu bilgilerin
kaynağı heyecan vericidir. Bu bilgiyi, 1970’ten bu yana 20’den fazla
laboratuvar testinin yapıldığını ve basit limonun, kolon, meme, prostat,
akciğer ve pankreas kanseri gibi 12 türdeki kanser hücresini öldürdüğünü
söyleyen, dünyanın en büyük ilaç üreticilerinden biri verdi…
Ve daha da
şaşırtıcı olan, limon özü ile yapılan tedavi türü, yalnızca malign kanser
hücrelerini yok eder ve sağlıklı hücreleri etkilemez.
--------------------o-------------------
1951'de Amerika'da yayımlanan Caucasus dergisinde
"Hayret verici siyasi kehanetler" başlığı altında bir yazı
yayımlanıyor.
Bu yazı Atatürk'le General McArthur arasında 1932 yılında
yapılmış olan bir konuşmayı naklediyor. Generalin sorusu üzerine Atatürk, yakın
gelecekteki savaş ihtimalleri üzerine şu tahlil ve tahminlerde bulunuyor:
"Almanya, kısa sürede büyük bir ordu meydana
getirebilecek ve İngiltere ile Rusya hariç, bütün Avrupa'yı işgal edebilecek
yetenektedir. Savaşın patlaması 1940-1945'ten daha sonraya kalmayacaktır.
Fransa büyük bir askeri güç oluşturma yeteneğini kaybetmiştir. İngiltere artık,
adalarının savunması bakımından Fransa'yı hesaba katamaz. İtalya Mussolini'nin
yönetiminde şüphesiz önemli ölçüde yükselmiş ve ilerlemiştir. Mussolini, gelecek
savaşa katılmaktan kaçınırsa, İtalya'nın dış görünüşündeki büyüklüğün yarattığı
tehditten yararlanarak, barış konferansı masasında ana rollerden birini
oynayabilir. Ama, korkarım ki, İtalya'nın bugünkü şefi, bir Sezar rolü
oynamanın cazibesine dayanamayacak ve İtalya'nın bir askeri güç olma
yeteneğinden uzak olduğu gerçeğini hemen ortaya koyacaktır. Amerika, tıpkı
geçen savaşta olduğu gibi, tarafsız kalamayacak ve Almanya, Amerika'nın savaşa
katılması sonucu yenilecektir. (...) Avrupa'da patlayacak savaşta, zafer
kazanacak olan İngiltere, Fransa ve Almanya değil, fakat, Bolşevik Rusya
olacaktır." (Cemal Erginsoy, Atatürk'ü Araştırma Merkezi Dergisi, sayı 2,
s. 538.)
Amerikan dergisi, bu konuşmayı "hayret verici
kehanet" olarak vasıflandırıyor. Sonradan gelişen olayların, bu yorumları
'yüzde yüz' oranında doğrulamış olması karşısında, dergi, daha başka nasıl bir
niteleme yapabilirdi?
Arnold Toynnbee diyor ki:
"Bir an için tahayyül ediniz ki: Batı dünyasındaki
rönesans, reformasyon, bilim ve düşünce ihtilali, Fransız inkılabı ve sanayi
devrimini, Atatürk, bir insan ömrüne sığdırmıştır." (s.559)
Prof.Dr. Herbert Melzig diyor ki:
"Büyük Yunan filozofu Platon'un, 'Krallar filozof
olsa ve filozoflar kralların tahtında otursaydı...' şeklindeki dileği, iki bin
yıllık tarihte gerçekleşmedi. Halbuki, 20. yüzyılda ilk defa olarak Atatürk'ün
şahsında Platon'un istediği gibi kelimenin tam anlamıyla bunu görmekteyiz. O,
dâhi bir fikir adamı olarak bir milletin, yani Türk milletinin mukadderatını
ele almış ve bu milletiyle atıldığı Kurtuluş Savaşı, bu milletin medeni
durumunu değiştirmiş bir inkılap ve diğer milletlerin haklarını da koruyan
barış ile insanlığa muhteşem bir örnek vermiştir.
ADALET TEYZE
Yaşlı kadın yatağından kalktı.
Sabah ezanının insan ruhuna huzur veren sesi oda içinde yankılanıyordu.
88 yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle pencereye doğru yöneldi. Pencereyi
açması ile birlikte odaya ezan sesi ile birlikte baharın güzel kokusu ve kuş
cıvıltıları doluştu.
Penceresinden gözüken Kurtuluş Parkına bakarak yaşlı ciğerlerine sabahın ılık
esintisi ile doldurdu. Abdestini aldı, sabah namazını kıldı. Mutfağa yöneldi.
Çayla birlikte bir iki lokma bir şeyler atıştırdı.
Oturma odasına yöneldi. Eski bir fiskos masasının yanındaki koltuğuna ilişti.
Masanın üstü çerçeveler ile doluydu. Bir tanesine uzandı, camının üzerinde titreyen
parmaklarını dolaştırdı. Çerçevenin içindeki fotoğrafta İstiklal madalyalı kara
yağız bir adamla, makyajsız olmasına rağmen güzelliği göz alan bir kadın
birbirlerine bakarak gülümsüyorlardı.
Yaşlı kadın ‘Günaydın Anne, Günaydın Baba’ dedi. Usulca
yerine koyduğu çerçeveye bir bakış daha attıktan sonra başka bir çerçeveyi
eline aldı.
Bu siyah beyaz fotoğrafta da subay üniformalı bir adamla bir gelin yan yana
duruyorlardı. Yaşlı kadın çerçeveyi titreyen dudaklarla öptü. ‘Günaydın
Kocacığım’ dedi. Kadın bu çerçeveyi de bıraktıktan sonra üçüncü ve son
çerçeveye uzandı.
Artık gözlerinden yaş damlıyordu. Fotoğraftaki biri erkek diğeri kız çocuklara
bakıp ‘Günaydın Evlatlarım’ dedi. Tüm çerçevelere kısaca göz atıp ‘Sizleri,
hepinizi çok özledim’ dedi.
Gözlerinde biriken yaşları sildi. Artık ağlamak için bile
yaşlı hissediyordu kendini. Ağır ağır doğrulduğu koltuğundan eski telefonuna
doğru yöneldi. Ağır ağır numaraları çevirdi. Karşısına çıkan adama ‘Bir taksi
istiyorum’ dedi ve adresi verdi. Kapısını kilitleyip, apartman merdivenlerine
yöneldi. Yıllarca çekmediği zorluk kalmamıştı ama şimdi bu merdivenler
hayatının en büyük engeli olmuştu. Ağır ve dikkatli bir biçimde iniyordu. Sabırsızlanan
taksi şoförünün çaldığı korna sokağı inletiyordu. ‘Patlama be adam’ dedi.
Nihayet taksiye binebildi.
’Teyze hoş geldin’ dedi 25-30 yaşlarındaki şoför. ‘Nereye gidiyoruz?’
Kadın kısa bir sessizliğin sonunda ‘Tüm bir gün beni taşırmısın?’ diye sordu.
‘Sana 500 lira veririm.’
Adam küçümser bir gülümseme ile, ‘Mal sahibi benden her gün 500 lira istiyor
teyze’ dedi.
Kadın gülümsedi
‘O zaman sana 650 lira vereceğim ne dersin?’
‘Kurtarmaz ama senin güzel hatırını kırmayayım. İlk önce
nereye gideceğiz?’
‘Anıtkabir’e’
‘Anıtkabir’e mi?
‘Evet’
‘Tamam teyzeciğim’
‘Yaş kaç teyzeciğim?’
‘Seksen sekiz’
‘Maşallah Allah uzun ömür versin teyzeciğim’
‘Allah sağlıklı mutlu ömür versin oğlum’
‘Haklısın teyzecim’
Taksi Anıtkabir’in kapısına gelmişti. Şoför ‘Teyzeciğim
geldik’ dedi. Dalgın görünen kadın ‘Evladım burada yardımına ihtiyacım var’
dedi. ‘Benimle gel’ Adam şaşırmıştı. ‘Tabii teyze’ dedi. Kuşkulu gözlerle ‘Bizi
buraya alırlar mı?’ diye sordu.
O ana kadar dalgın ve yorgun görünen kadın, bir anda
irkildi. Gözlerinden ateş fışkırarak ‘Ne demek almamak? Sen daha önce hiç
gelmedin mi buraya?’ dedi ‘Hayır’
‘Kaç yıldır Ankara’da yaşıyorsun?’
‘Ben Ankaralıyım teyze. Doğma büyüme’
‘Ee o zaman’
‘Ne bileyim bir kez okulla gelmiştik bayramda. Bayram
olmayınca burası kapalı sanıyordum ben’
Kadın sinirli bir şekilde kafa salladı.
Şoför utanmıştı. Mozoleye çıkan mermer merdivenlere kadar
konuşmadılar. Merdivenlere geldiklerinde Şoför kuşkulu bir şekilde
‘Nasıl çıkacaksın Teyze?’ diye sordu.
‘Her ay nasıl çıkıyorsam öyle’
‘Her ay geliyormusun?’
‘Evet’
Uzun bir uğraşla merdivenleri çıktılar. Mozoleye doğru
ağır ağır ilerlediler. İçerisi çok serindi. Şoför büyük bir azimle yürümeye
çalışan kadının koluna girmişti. Kadının nefes alışları sıklaşmıştı. Nihayet
mozolenin önüne geldiler. Kadın şoförün kolundan ani bir hareketle kurtuldu.
Çantasını açtı. Tek bir karanfil çıkardı. Mozoleye doğru ilerledi. Çiçeği
mozoleye koydu. Şoför şaşkınlıkla olayı seyrederken kadının ağzından şu sözlerin
döküldüğünü fark etti.
‘Hayatım boyunca sana verdiğim sözü tutmak için çalıştım’. Ağır ağır geriye
çekilen kadın ellerini açıp Fatiha okumaya başladı. Şoför kısa bir şaşkınlığın
ardından ona katıldı. Kadın bir anlık suskunluktan sonra, ‘Hadi gidelim’ dedi.
Geldiklerinden çok daha ağır bir şekilde arabaya
döndüler. Şoför kadının durumundan endişelenmeye başlamıştı.
‘Yoruldun mu Teyze’ dedi. Kadın sustu. Bir süre suskunluktan sonra ‘Evet hem de
çok yoruldum’ diye cevapladı. Nereye gidiyoruz?’
‘Bankaya’!
Şoför arabasındaki kadının herhangi biri olmadığını
anlamıştı. Bu yaşlı kadının Atatürk’e verdiği söz ne olabilirdi? En sonunda
dayanamadı.
‘Teyzeciğim bir şey sorabilirmiyim?’
‘Sor bakalım evladım’
‘Anıtkabir’de Atatürk’e bir söz verdiğinizi söylemiştiniz.
O söz nedir?’
‘Uzun hikaye evladım’
‘Olsun be teyze anlat ne olur’
‘Ben lisedeyken bizim okulumuza gelmişti Atatürk. Beni de
ona çiçek vermek için seçmişlerdi. Çiçeği verdiğimde bana ismimi sordu. Bende
‘Adalet’ dedim. Bunun üzerine ‘Ne güzel ismin varmış’ dedi. ‘Okulu bitirince ne
olacaksın’ dedi bana. Hemşire dedim. Oda ‘Güzel meslek ama bence sen Hakim ol
ismine çok yakışır’ dedi. Ben kadından hakim olmaz ki dedim. Kaşlarını çattı,
‘Sen istedikten sonra olur. Senden söz istiyorum hakim olacaksın’ dedi .’
‘Sen ne dedin peki?’
‘Mustafa Kemal emretmiş ne denir? Söz verdim.’
‘Peki olabildin mi Adalet Teyze?’
‘Evet ben Cumhuriyetin ilk kadın hakimlerindenim.’
‘Vay be. Sende ne hikaye varmış Adalet Teyze’
‘Herkesin bir hikayesi vardır evladım. Herkesin hikayesi
de kendine göre değerlidir. Eğer insanların hikayelerini bilip anlayabilirsen
insanlara daha anlayışlı davranabilirsin’ ‘Haklısın Adalet Teyze. Bu banka mı
gelmek istediğin’?
‘Evet’!
‘Yardım edeyim mi? Bende geleyim mi?’
‘Hayır. Sen burada bekle lütfen.Bu arada adın neydi
evladım?’
‘Osman teyzeciğim’
‘Tamam Osman. Beni 45 dakika kadar sonra buradan al olur
mu?’
‘Tamam teyzeciğim’!
Adalet hanım bankadan içeri girdi. Osman öğlen saatinin
geldiğini
fark edip yemeğe gitti. Yemek boyunca Adalet hanımı düşündü.
‘Kim bilir neler yaşamış, neler görmüştür’ diye düşündü. Tam vaktinde bankanın
önündeydi. Adalet hanım 15 dakikalık gecikme ile geldi.
‘Hoş geldin Hakim Teyze’
‘Çok uzun zamandır bana Hakim denmemişti.’
‘Hoşuna gitmediyse söylemeyeyim?’
‘Yok aksine hoşuma gitti. Sağol’
‘Nereye gidiyoruz?’
‘Seyranbağlarına’
‘Tabii’
‘Hakim Teyze çok yer gezmişsindir sen’
‘Tüm Anadolu’yu karış karış gezdik rahmetli kocamla’
‘Ne iş yapardı amca?’
‘Subaydı.’
‘Ne zaman vefat etti?’
‘1952′de’
‘Çok olmuş.Gençmiş’
‘Kore savaşında şehit oldu.’
‘Allah rahmet eylesin Hakim teyze’
‘ Sağol’
‘Seyranbağları’na geldik nereye gideceğiz?’
‘Sağa sap. İkinci binanın önünde dur.’
‘Tamam.Buyur Hakim Teyze.Geleyim mi ben’ ‘Yok bekle
burada’
Osman beklemeye başladı. Bir ara merak etti. Binanın uzaktan
görünen levhasına baktı. ‘Seyranbağları Kız Yetiştirme Yurdu’ yazısını okudu.
Anlam veremedi. ‘Bu kadın burada ne yapar ki?’ diye düşündü.
Yarım saat sonra Adalet hanım göründü. Yanında orta yaşlı
kibar bir hanım vardı. Adalet hanımı arabaya ağır ağır bindirdi. Kadın ‘Adalet
Hanım size ne kadar teşekkür etsek azdır. Her zaman yanımızdasınız. Kızlarda
sizi çok seviyor. Ne olur arayı çok uzatmayın. Yine gelin’ dedi.
Adalet hanım, buğulu gözlerle ‘İnşallah. Kızlara selamımı
söyleyin. Bende onları çok seviyorum. Onlara iyi bakın’ dedi.
Araba hareket etti.
‘Nereye Hakim Teyze?’
‘Hemen iki sokak öteye’
Osman iki sokak ötede bu sefer başka bir binanın önüne
park etti.
Bu binada da ‘Ankara Seyranbağları Huzurevi’ yazıyordu.
‘Bekle beni’
‘Tabii Hakim Teyze’
Yine 1 saate yakın bir bekleyişin sonunda bu sefer
etrafında bir çok yaşlı kadın ve adamla çıkageldi Adalet Hanım. Sarılıp
öpüştükten sonra oradan ayrıldılar. Osman dikiz aynasından Adalet Hanım’ın
gözlerinden akan yaşları fark etti.
‘İyi misin Hakim Teyze’
‘İyiyim Osman. Eski dostları görünce insan bir hoş
oluyor’
‘Nereye gidiyoruz?’
‘Cebeci Asri Mezarlığına’
‘Tamam’
‘Teyze nerelisin sen?’
‘Aydın Sökeliyim. Babam orada pamuk ekerdi. Annem ev
hanımıydı. Sonra Kurtuluş Savaşı oldu. Babam savaşa gitti. Söke işgal oldu. Biz
dağlara kaçtık annemle. Saklandık dağ köylerinde. Savaş bitince Söke’ye döndük.
Allah’a Şükür Babam’da sağ salim döndü savaştan.’
‘Sonra ne oldu?’
‘Liseye Aydın’a gönderdi babam. Orada Atatürk’le
karşılaştım. Sözümü tutmak için İstanbul’a gittim. Hukuk fakültesine girdim.
Orada rahmetli eşimle karşılaştım. O Harbiye’de okuyordu o zaman. Mezun olunca
evlendik..’
‘Çocuğunuz var mı?’
‘Bir kızım bir oğlum vardı.’
‘Neredeler şimdi?’
‘Oğlum dışişlerinde çalışıyordu.’
‘Ne güzel’
‘1978′de Fransa’da Ermeniler öldürdüler.’
‘Üzüldüm Hakim Teyze. Başın sağ olsun. O da babası gibi
şehit oldu yani’ Evet. Şehit babanın şehit oğlu. Allah kimseye evlat acısı
vermesin.’
‘Amin. Ya kızın?’
‘O eşi ve çocukları ile İzmit’te yaşıyordu. Öğretmendi.
1999′da depremde hepsi vefat ettiler.’
‘Allah rahmet eylesin.Boş boğazlığımla üzdüm seni Hakim
Teyze kusura bakma’
‘Sanki sormasan aklımdan çıkıyorlar mı evladım.Sen üzülme
sağol’
‘Geldik Teyze’
‘Tamam evladım. Al işte paran artık gidebilirsin.’
‘Hakim teyze buradan nasıl döneceksin? Ben seni
bekleyeyim eve bırakayım.’
‘Yok beni alacaklar buradan’
‘Hakim Teyze bu para fazla. Kusura bakma ben sana yalan
söyledim.
Taksinin sahibi benden 350 lira bekliyor. Affet beni. 350 ‘yi ona veririm.
Gerisi kalsın.
Bende para istemem. Bugün senden aldığım hayat dersinin parasal karşılığı yok
zaten.’
‘Çocukların var mı?’
‘İki tane ellerinden öperler.’
Taksinin güneşliğinden çocuklarının resimlerini çıkarıp gösterdi.
‘Adları nedir?’
‘Kemal ve Ayşe’
‘Oğlumun adı da Kemaldi.’
Sessizliğin ardından Osman’ın elindeki parayı ittirdi
Adalet Hanım..
‘Onlara bir şeyler al benim için. Onları okut. Ama
yalansız, dolansız, çok çalışarak helal lokma ile büyüt ve okut. Atatürk’ün
bana yaptığı gibi içlerindeki gücü fark etmelerini sağla. Bir de vatanını,
milletini sevmelerini öğütle onlara.’
Osman Adalet Hanımın ellerine sarılıp öptü. Ona iyi
evlatlar yetiştireceğine söz verdi.
Adalet hanım mezarlığın kapısından ağır ağır içeri girerken; Osman yaşlı
gözlerle onu izliyordu.
Hayatının en büyük dersini kendisi küçücük, yüreği yaşadığı acılara rağmen
kocaman ve güçlü bu yaşlı kadından almıştı. Osman arabasını mal sahibine
götürmeye karar verdi. Bu gün daha fazla çalışamazdı. Ertesi gün Ankara’da
garip bir yağmur yağıyordu. Sanki gök delinmişti. Osman taksiyi mal sahibinden
almış, durağa gelmişti. Çay ocağının yanında duran gazeteyi aldı. İlk sayfadaki
haberlere göz gezdirdi. Siyaset doluydu gazete. Hiç anlamazdı. Sıkılıp adli
olayların yer aldığı üçüncü sayfayı açtı. Taksiciler arkadaşları ile ilgili
kötü haberleri genellikle oradan alırlardı.
Göz gezdirirken bir haber dikkatini çekti:
’Dün gece geç saatlerde Cebeci Asri mezarlığında bulunan cesedin Cumhuriyet
tarihinin ilk Kadın Hakimlerinden Adalet YILMAZ’a ait olduğu belirlendi. Adalet
YILMAZ’ın bulunduğu yerdeki mezarların eşine ve oğluna ait olduğu belirlendi.
YILMAZ vefat ettiği gün bankadaki tüm parasını çektiği, bu parayı ikiye bölerek
Seyranbağları’ndaki bir kız yetiştirme yurdu ile bir huzurevine bağışladığı
belirlendi. Polis, Adalet YILMAZ’ın mezarlığa ölmek için gittiğini düşünüyor.’
Osman bir anda sarsıldı. Gözyaşlarına engel olamıyordu.
Taksici arkadaşları hiçbir şey anlamadılar.
Bir daha da hiç anlatmadı Osman bu yaşadıklarını. Herkesin tek bildiği Osman’ın
bardaktan boşanırcasına yağan yağmur altında
’Gökler bile sana ağlıyor’ diyerek ağladığıydı..
İşte bu günlerde de adalet ağlıyor.
ALINTIDIR.
EVET ADALET AĞLIYOR MAALESEF.