İLGİNÇ KONU VE HİKAYELER

        

Bloğumun bu bölümünde çok ilginç konulara ulaşacak,çok ilginç ve yaşanmış gerçek hikayeleri hayretle ve gözyaşları içersinde okuyacaksınız...


METİNLER

1 - VEDA BUSESİ                                      

2 - KÜBA LİDERİ FİDEL CASTRO ANLATIYOR

3 - ATATÜRK ZEHİRLENDİ Mİ?

4 - GAMZEDEYİM DEVA BULMAM (TATYOS EFENDİ)

5 - ÇİĞDEM TALU-MELİH KİBAR AŞKI

6 - ÇOK ÖNEMLİ BİR ÇANAKKALE ANEKDOTU

7 - YARADANIN MUCİZESİ İNSAN

8 - YÜZYILIN İTİRAFLARI

9 - TOPAL BACAKLI MAREŞAL

10-DR.REFİK SAYDAM

11-MARSHALL YARDIMI 

12-UNESCO

13-ATATÜRK - STALİN GERGİMLİĞİ

14-ATATÜRK'E DAİR

15-GERÇEK LİDER

16-ATATÜRK (ÖZEL)

17-CEMİLE KAYAÇELEBİ'NİN ACI ANILARI  (Van Ermeni Zulmünün canlı şahidi)

18-BEKİR COŞKUN YAZDI

19-DERS ALINACAK BİR OLAY

20-GERÇEK MUTLULUK

21-TÜRK İSTİKLAL HAREKETİ

22-AYASOFYA GERÇEĞİ

23-AZ KURU

24-VECDET ÖZ (MAKALE)

25-KANSER VE İLACI

26-CAUCASUS  (ABD' de yayımlanan bir dergi)

27-ADALET TEYZE (Bir şöforun anısı)


Şimdi size ilk olarak bir şarkının yürek burkan hikayesini sunmak istiyorum.

VEDA BUSESİ

Sözleriyle  iki aşığın ayrılığını hatırlatan Veda Busesi şarkısı aslında bir sevgiliye değil kaybedilen bir evlada yazılmıştır. Güftenin ve bestenin kendine has büyüsüyle farkedilmeyen o muhteşem sözler aslında acılı bir babanın kendine sitemidir.

Şair Orhan Seyfi Orhon'un 10 yaşındaki kızı ağır hastadır. Ve son anlarında “alevler içinde” babasının kucağındadır.  Ölümünden hemen önce babasından “gidişine (Ölümüne) 

ağlamamasını” istemiş hatta bu konuda söz almıştır. Ama ellerinde can veren yavrusuna dayanamayan baba yüreği, kızına verdiği sözü tutamaz ve “bir alev halinde “akan gözyaşlarına engel olamaz ve kendisine sitemini de mısralara döker.

 Veda Busesi

 Hani o bırakıp giderken seni

Bu öksüz tavrını takmayacaktın?

Alnına koyarken veda buseni

Yüzüne bu türlü bakmayacaktın?

 

Hani ey gözlerim bu son vedada,

Yolunu kaybeden yolcunun dağda

Birini çağırmak için imdada

Yaktığı ateşi yakmayacaktın?

 

Gelse de en acı sözler dilime

Uçacak sanırdım birkaç kelime...

Bir alev halinde düştün elime

Hani ey gözyaşım akmayacaktın?

Bir babanın evlat acısını anlatan bu mısralar daha sonra Yusuf Nalkesen tarafından bestelenmiş ve başta Zeki Müren olmak üzere birçok sanatçı tarafından seslendirilmiştir.

                                                --------------------o--------------------

  KÜBA LİDERİ FİDEL CASTRO ANLATIYOR :

Gazeteciler Fidel Castro’ya sorarlar.

Siz bu ülkenin kurucu liderisiniz. Normal olarak sokaklarda  sizin heykellerinizin olması beklenir. Üstelik bunca ünlü sosyalist önderler dururken  siz sadece Mustafa Kemal’in  heykeline izin verdiniz,

NEDEN....?

Bizler daha çok devlet adamıyız... O İSE BİR KAHRAMAN..

Sokaklara devleti yönetenler degil  KAHRAMANLAR yakışır” der DEVAM EDER...

 Biz bagımsızlık ve devrim ruhunu ondan ögrendik... Evet bizde savaştık. ANCAK bir devlete karşı savaştık.. O İSE Dünyanın en güçlü ordularının HEPSİNİ birden yendi.. Hiç yenilgi almamış  TEK ASKERDİR O” der... Üstelik sadece  Cephede degil Her alanda savaşmış  Ve başarılı olmus Müthiş bir insan...Yıllar sonra FİDEL CASTRO TÜRKİYE’ye gelince yine Benzer sorular sorulur. Şöyle cevaplar “ Bende çok zorlu  bir savaşın içinden çıktım. Onca kitaplar okudum... Ancak savaş meydanlarında Kitap okuma rekorları kıran  başka bir asker görmedim, duymadım. Herşeyi anladımda  bunca güçlügü ve degişimi  nasıl başardı hafızam almıyor” dedi. Bunlar o günlerin medyasında  yer almıştı.. Bir ilavede benden...Dünyada  kendi topraklarını işgal ederken  canlarını vermiş düşman askerlerinin analarına, Ey evlatlarını bu topraklarda kaybetmiş analar Silin gözyaşlarınızı, onlar artık bizimde evlatlarımızdır. Bırakın Mehmetlerle koyun koyuna uyusunlar” DİYEBİLECEK RUHA SAHİP  bir tek devlet adamı  ve asker gösteremezsiniz..

DÜNYA TARİHİNDE Vatan savunması için yapılmayan Her savaş bir cinayettir” diyen BAŞKA BİR ASKER VE DEVLET ADAMI YOKTUR..

 Tülay TAŞTAN

                                                      -----------------o-------------------

 Bu alıntı yazımda sizlere çok merak edilen ve sık sık  dedikodusu yapılan Atatürk ile ilgili bir konuyu aktarmak istiyorum.                        

ATATÜRK ZEHİRLENDİ Mİ?

Atatürk düşmanları, Atatürk’ün ölümünü alkole bağlarlar, içki içtiği için siroz hastalığına tutulduğunu ve içkiden öldüğünü söylerler. Amaçları İslam dinine göre içilmemesi gereken alkollü içkiyi Atatürk’ün içtiğini, böylece Atatürk düşmanlığı temelini atmaktır.
Dinden geçinenler Atatürk düşmanlığı temelini atmak için, O’nun ölümünü bu şekilde işlerlerken, diğer yurttaşlar da bilgi eksikliğinden ve bu konunun yeterince işlenmemesinden dolayı, genelde bu şekilde; “Atatürk alkolden ölmüştür” şeklinde bilirler. Bu nedenle konunun ayrıntılı ele alınması ihtiyacı vardır.

77 yıldır sadece dost meclislerinde gündeme gelen ‘Atatürk ölmedi, zehirlendi’ iddialarına ilişkin tarihi belgeleri ele alırsak, 57 yaşında hayatını kaybeden Atatürk’ün doğal yollardan ölmediği, zamanın kudretli yöneticileri ve doktorları tarafından ‘zehirlendiğine’ ilişkin iddialar zaman zaman dillendirilse de bu, sınırlı bir tartışmanın ötesine geçmemişti.

İlk belge; İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın 30 Haziran 1938’de, yani Atatürk’ün ölümünden 4,5 ay önce İsmet İnönü’ye gönderdiği yazı.

“Çok kıymetli büyüğüm İsmet İnönü. Cumhurreisimizin hastalığı gün geçtikçe ilerlemekte, çevresinde size karşı bazı tedbirler aldığını duydukça çok üzülmekteyim. Tahsis ettiğimiz doktorun görevini layıkı ile yaptığı kanısındayım. Cumhurreisimiz, doktorlardan çok şikayet etmiş, ‘Beni Türk doktorlarına emanet edin’ demiştir. Yabancı doktorları uzaklaştırmak istemektedir. Her şey yolunda ve mecrasında seyir etmektedir. Sizleri Cumhurreisi olarak görmek arzusu hepimizde hasıl olmuştur. Hürmetle ellerinizden öperim efendim.

Dahiliye Vekili Şükrü Kaya.” (30 Haziran 1938).

İkinci belge ise, Atatürk’ün zehirlendiği tartışmalarının 20 yıl sonra devletin zirvesindeki bazı isimlerin başını ağrıtacak ve ölüm tehditlerine bile sebep olacak şekilde yeniden gündeme geldiğini gösteriyor. CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek, 26 Şubat 1959 tarihindeki yazısında, daha sonra İçişleri Bakanlığı da yapacak olan Hıfzı Oğuz Bekata’yı nazik bir şekilde uyarıyor.

Hıfzı Oğuz Bekata, Kasım Gülek’in ‘nazikçe’ uyarılarına rağmen Atatürk’ün ölümünün arkasındaki sırrı araştırmaya devam etti.

Bekata’nın İçişleri Bakanı olduğu 1962 yılında, CHP Genel Sekreter Yardımcısı Doktor Lebit Yurdoğlu’ndan destek istediği, Yurdoğlu’nun elde ettiği bulguları bir mektupla ilettiği görülüyor. Doktor Yurdoğlu, Bekata’ya yazdığı yazıda Atatürk’ün kesinlikle öldürüldüğüne dikkat çekiyor. Yurdoğlu tespitlerini şu şekilde sıralıyor:

“Bu konuyu derinlemesine araştırdığımda sorunun sadece geç teşhis olmadığını, teşhisle uyumlu ilaçlar kullanılmadığını tespit ettim… Sıtma tedavisi için kullanılan Kinin ilacının 43 şişe kullanıldığını gördüm. Bu kadar Kinin kullanıldığında karaciğerinde onarılmaz yaralar açacağını her hekim bilir. Bunun sanki bilinçli kullanılmış olduğun izlenimi edindim… Eppinger, Bergman, Dr. Fissinger, Dr. Neşet Irdelp’in hekimlik görevlerini bilinçli bir şeklide eksik yaptıkları kanısı bende hakim olmuştur.”

Atatürk’ün hayatı boyunca çekilen binlerce fotoğrafı olmasına rağmen neden alkolik denilen bir insanın masasında ve elinde içki şişesi ve bardağı yoktur? Hatta kız çocuğuyla birlikte çekilmiş ve elinde bir bardak malt içeceği olmasına rağmen “Atatürk kız çocuğuna bira içiriyor” diye iftiralar atılmıştır.

Atatürk, yanlış tedavi uygulandığı için ölmüştür. Atatürk sanıldığı gibi siroz hastası değildi. Atatürk’e sıtma tedavisi yapılmış, aşırı Kinin yüklenmiş ve karaciğeri bu yüzden iflas etmiş, siroza dönüşmüştü. Tedaviyi yapan doktor Mason locası üstadı doktor Mim Kemal’dir.

Büyük Millet Meclisi’nde Atatürk’ün ölüm raporu gündeme geldiğinde, 1935 yılında kapatılan ancak Meclis’ten tam olarak arındırılamayan Masonlar ortaya bir fikir atarlar:

“Efendim, gençlerimize terbiye olur, onun alkol ve sigaradan öldüğünü duyuralım…” denir ve kabul edilir, tarih kitaplarına da böyle girer…

Atatürk, vatanımızı 11 savaş yaparak, hepsinde de zafer ile ayrılarak düşmanı vatanımızdan kovmuştur. Bize Türkiye Cumhuriyeti’ni armağan etmiştir.

Ne mutlu Atatürk’ü gerçek anlayan ve anlatanlara…

Selam olsun Atatürkçü Türk gençliğine…

MUHAMMED İBRAHİM BAKİ ‘ den alıntıdır.

                                         --------------------o------------------

GAMZEDEYİM DEVA BULMAM (TATYOS EFENDİ)

(Bu yazı okununca herkesin dilinde olan "aşkım" kelimesinin ne kadar ucuzladığı ve hoyratça yerli yersiz kullanıldığı, gerçek aşk'ın ne olduğu görülecektir...)

Tüm şarkıların bir hikayesi vardır. Şarkılar, kendisini severek dinleyen her gönülde gizli kalmış bir aşk hikayesini çağrıştırır. Gamzedeyim Deva Bulmam şarkısı da bu tür şarkılardan biridir.

Hikayenin kahramanı Kemani Tatyos Efendidir. 1858 yılında İstanbul’da doğmuş Türk musikisine bestekar, güftekar olarak 50’ ye yakın eser bırakmış, ömrü yokluk içinde geçen, öldüğünde kilise defterine ‘Tatyos, 1913 Çalgıcı’ olarak kaydı yapılan bir keman virtiözü…

Tatyos pek konuşkan biri değilmiş. Onun ne düşündüğünü, neler hissettiğini okuyabilen anlayabilen birkaç arkadaşı, dostu varmış. Koltuğunun altında kemanı, tütünden sararmış bıyıkları, çökmüş avurtları, uykusuzluk ve aşırı içkiden kan çanağına dönmüş göz çukurları ile hayatın yükünü omuzlarında taşıyan, çocukluğundan beri dilini gönlüne hapseden ruhuyla ancak kemanıyla anlatacaklarını anlatan, önceleri düğünlerden kıt kanaat geçimini temin eden, daha sonra Galata’daki Pirinççi gazinosundaki hayatı ve yaptığı besteler, semailer, peşrevlerle tanınmış ve İstanbul’un dört bir yanında düzenlenen fasıl heyetlerinde Tatyos Efendinin eserleri çalınır olmuş.

Tatyos Efendinin en yakın iki dostu yazar, gazeteci, besteci Ahmet Rasim Bey ve gazinodan arkadaşı kemençeci Vasili’dir. Bir akşam Beyoğlu’ında Ahmet Rasim, Vasili ve Tatyos Efendi ‘Ehl-i aşkın neşvegah-ı kuşe-i meyhanedir. İle başlattıkları musiki meşki ‘Bilsen ne bela geçti şu biçare serimden’ semaisiyle devam etmiş, Tatyos Efendi gece boyunca kemanı elinden hiç bırakmamış. ‘Mani oluyor halimi takrire hicabım’ gibi içli şarkıları peşpeşe döktürmüş.

Gece nihayete ererken meyhanede birkaç müşteri ve sandalyeleri toplayıp yerleri süpüren birkaç çocuktan başka kimse kalmamışken Vasili ve Ahmet Rasim Bey de tam gitmeye hazırlanırken Tatyos Efendi kemana uzanmış sanki saatlerdir içen ve çalan o değilmiş gibi kemanı omuzuna yerleştirip, hafifçe başını kemana eğerek, dudaklarında acı bir tebessümle o ana kadar duyulmamış o uşşak şarkıya giriş yapıyor; Gam-zedeyim deva bulmam/Garibim bir yuva kurmam/Kaderimdir hep çektiren/İnlerim hiç reha bulmam.

Elem beni terketmiyor/Hiç de fasıla vermiyor/Nihayetsiz bu takibe/Doğrusu takat yetmiyor.

Ehl-i dilin yoktur kadri/Uğraşma gel Tatyos gayri/Eserin çok kıymetin yok/Git talihine küs bari.

 Tatyos kemanı omuzundan indirdiğinde hiç kimsenin tek bir kelime edecek hali yoktur. Vasili hıçkıra hıçkıra ağlıyor, meyhane de kalanlar da göz yaşlarını birbirlerine sezdirmeden silmeye çalışıyorlar. Birkaç hafta içinde İstanbul’da bu şarkıyı ezberlemeyen ne hanende ne sazende kalıyor.

Tatyos’un naaşı Kadıköy’de bir kilisenin ayin salonuna getirildiğinde, iki elin parmaklarını geçmeyen kalabalığa ibretle bakan Ahmet Rasim, daha dün Galata’da Beyoğlu’nda onu dinlemek için yüzlerce kişinin akın ettiği salonları düşününce, insanların vefasızlığına hayıflanıyor.

Cenazesinde üç bacısı, dul eşi, Ahmet Rasim, kendisiyle yıllardır çalıştığı iki sazende ve kilisenin uzak köşesinde ağlayan bir kadından ibaret küçük bir topluluk uğurluyor son yolculuğuna Tatyos’u…

Bu şarkının hikayesini Ahmet Rasim’e vefatından hemen önce Vasili hasta halinde anlatıyor:

-Tatyos’un Ortaköy’de bir çocukluk aşkı varmış. Kendi cemaatinden olan kızın ailesi aniden Erivan’a göçünce kavuşamamışlar. Tatyos da sonradan şimdiki eşiyle evlendirilmiş. Beraber içtikleri o gece kızın İstanbul’a döndüğünü ve otuz yıldır evlenmeyip kendisini beklediğini öğrenmiş Tatyos.

Ahmet Rasim Bey Tatyos’un kilisede yapılan cenaze töreninin sonunda oturduğu yerden kalkarken kilise sırasına bırakılmış bir zarfı farkediyor. Zarfın üzerinde ‘Tatyos ile birlikte defnedilecektir’ yazmaktadır.

Zarfı otuz yıl önceki çocukluk aşkı olan kadın, Ahmet Rasim Bey’e fark ettirmeden onun yanındaki sıraya koymuştur. Ahmet Rasim zarfı alıp usulca ceketinin cebine koyar. Zarfın kendi yanına konulmasının bir tesadüf olamayacağını düşünüp ve zarfın içindekileri okumanın belki de Tatyos’a karşı ifa edilecek son görev olacağına kanaat getirerek yalnız Ahmet Rasim Bey tarafından görülen ve yarım saat sonra Tatyos’un naaşı ile birlikte toprağa verilen zarfın içindeki kağıt da şu dizeler yazılıdır:

 Gam-zedesin devan benim/Garip kuşsun yuvan benim/Çektiğimiz yeter gayri/Kaderimsin inan benim

Takat yetişmez eleme/Bülbül imrenir çileme/Bizim şu kara sevdamız/Kalsın öteki aleme/

Elbet kadrini bilirim/İste canımı veririm/Küsme talihine Tatyos/Çok durmam ben de gelirim.

 Ah bu şarkılar aşk ta sevgide umutta acılarımızı paylaşmada binlerce yıllık kılavuzumuz olan, yürek yangınına eş, gönül yaramıza kardeş olan şarkılar.

Her şeyin kolayca elde edilip kolayca tüketildiği, herkesin birbirine ‘Aşkım’ diye hitap ettiği şu modern çağda Tatyos’un aşkını sizlerle paylaştık.

En popüler mağazalarının, çiçek sepetlerinin en şık mücevherlerin barkodlarından okutulacak bir şey değildir sevgi ve aşk. Aşk tüketilenle değil üretilenle ilgilidir. Aşk şiir üretir, hayal üretir ve aşk Tatyos efendinin aşkı gibi Gam-zedeyim deva bulmam diye bir şarkı üretir.

Aşk bir çocukluk sevincidir içimizde ve o eski aşklar kalmayınca Faruk Nafız Çamlıbel’e ait satırları düşündürür bizlere;

Ne şair yaş döker, ne aşık ağlar

Tarihe karıştı eski sevdalar…

 Ecz. Naci Konyar

                                     --------------o-------------

                                                                             Şimdi sizlere büyük bir aşk hikayesini                                                                                    hatırlatmak istiyorum...

ÇİĞDEM TALU-MELİH KİBAR AŞKI

ONLARIN BÜYÜK AŞKI ŞARKILARDA GİZLİYDİ...

Kadın 12 yaş büyüktü erkekten.“Bana mısın?” demediler. Aşklarını dolu dolu yaşadılar. Tam “sekiz yıl, üç gün” süren emsalsiz bir hayat ortaklığını, Azrail’in “The End” dediği güne kadar.

Hazin bir ayrılığın / bitişin sembolü gibi. Bu aleme “Hediyemiz olsun” diye sundular 7 Nisan 2005. Hikayedeki erkeğin 15’inci ölüm yıl dönümü…Büyük aşkının bu dünyaya veda edişi ise, neredeyse 37 yıl oldu. Masal gibi bir aşk yaşadılar.Duyanlar inanmadı.Tanık olanlar ise, o hazin aşkın bitişine sadece,gözyaşları ile eşlik ettiler. Genç kadın, İstanbullu aristokrat bir ailenin kızıydı. İsviçre’de filoloji eğitimi görmüştü.Özel bir lisede İngilizce öğretmeniydi. O tarihe kadar, bırakın şarkı sözünü, iki satır şiir bile yazmamıştı. Genç adam, çocukluğundan beri müziğe tutkundu ama Konservatuvar yerine kimya mühendisi olmayı tercih etmişti. Kendisini “Notaların Efendisi” gibi hissediyordu. Haksız da değildi aslında,daha o yaşta, 1975 Eurovision Şarkı Yarışması’nın sinyal müziği “Çoban Yıldızı”nı besteleyerek, şöhrete giden yolun kapısını aralamıştı. Esmer güzeli naif İngilizce öğretmeni ile Kimyacı bestekar, ilk kez bir davette karşılaştılar. Ve...

“İşte Öyle Bir Şey…” dedirten,bir sevda masalının kahramanları oluverdiler.Sonra bir daha hiç ayrılmadılar. Ruhların ve kalplerin valsi başlamıştı. Ve, o sırada takvimler 1975 yılının serin bir sonbahar akşamını işaret ediyordu. O günden sonra,içtikleri su ayrı gitmedi. Aslında dünyaları apayrıydı ama, Müzik onları hep bir çizgide birleştiriyordu. Artık, dünya onlara “dar” geliyordu.Genç kadın şarkı sözü yazıyor, Kimyacı sevgilisi onları sihirli notalar eşliğinde unutulmazlar arasına yerleştiriyordu.

Türk Pop Müziği’nin, hala ölümsüz eserleri arasında yer alan “İşte Öyle Bir Şey”, “Sevdan Olmasa”, “Bir de Bana Sor” gibi… Dillerden düşmeyen şarkılara birlikte imza attılar. Büyük aşkın bestekarı, “Hababam Sınıfı” filmine yaptığı müzikle, “Altın Portakal” ödülünün sahibi oldu. Türkiye’nin ünlü sesleri için yaptıkları şarkılar sanki onların aşkını anlatıyordu.“Bende bu cehennem gibi yürek olmasa, Bende deli rüzgar gibi hasret olmasa, Bir de cana can katan o sevdan olmasa, Ah, bu hayat çekilmez…" Erol Evgin’in seslendirdiği o şarkı bir kor ateş gibi düştü sevenlerin yüreğine. 43 yıl önce altın plak aldı; o tarihte milyon sattı. Aralarındaki “derin yaş farkı”na karşın Türkiye, onları birbirine çok yakıştırdı. Mümkün olduğunca gözlerden uzak yaşadılar aşklarını. Ne var ki… “Koca kadının gencecik çıtır sevgilisi var!” yakıştırması bir “leke” gibi üstlerine yapışır kalır diye çok korktular. Birlikte gittikleri Polonya’daki Spot Müzik Festivali’nden sonra radikal bir karar verdiler. “Aşkımızı, bundan söyle kimselerden saklayıp, gizlemeyeceğiz.” O günlerde, film gibi bir olay geçer başlarından Kimya mühendisi, yüksek lisans için İngiltere’ye uçar. Yolculukta müthiş bir fırtınaya yakalanır, ölümden döner. O heyecanla bir beste yapar ve sevgilisine yollar. İngilizce öğretmeni, sevdiği adamı korkutan fırtınadan habersizdir. Hissettiklerini binlerce kilometre öteden satırlara döker.“İşte o an bir fırtına kopar. Sanki o an yer yerinden oynar Hoyrat bir rüzgar eserken Sallanan gemi misali Sallanır durur içimde dünya…” Artık, aşk aşktır ve aşk... Dolu dolu yaşanmaya başlamıştır.

Sonra?Sonra fena halde korktular.Ya bu aşkı Türkiye kabullenmezse?Nitekim, korkuları ağır bastı.Aşklarını kalplerine gömerler ve saygın bir şekilde bu sevda masalını bitirmeye karar verirler. Ne var ki,dudaklardan dökülen “inkar sözcükleri”ne karşın, gözlerin yalan söyleyemediği bir kez daha kanıtlanıyordu. Sadece “iş arkadaşı” olmaya / kalmaya yemin ettiler. Ve, kader ağlarını örmeye başladı.

İngilizce öğretmeni göğüs kanserine yakalandı. Tedavi için İngiltere’ye gidip, gelmeye başladı. O melun hastalığı yenmeye yemin etmişti. Neşeli görünmeye çalışıyordu ama, aslında uçsuz, bucaksız derin bir hüzün yaşadığı, “Koca Çınar” şarkısının sözlerinde kendini belli ediyordu: “Serde delikanlılık, gençlik var koca çınar. Sevda var, sen sevdanı çiğneyip geçer misin? Öte yanda gurur var, ölesiye gurur var Seni unutanları Sen olsan sever misin?” *O İngilizce öğretmeni Unutulmaz aşk şarkılarının söz yazarı Çiğdem Talu’ydu. 28 Mayıs 1983’te o güzel şarkıları öksüz bırakıp, bu dünyaya ve deli gibi aşık olduğu genç sevgilisine veda ederek bu dünyadan göçtü, gitti. O, milyonların ezberine giren şarkı sözlerine besteleri ile can veren kimya mühendisi ise Sihirli notaların yaratıcısı Melih Kibar’dı.

Büyük aşkını kaybettikten sonra, her şeyden elini eteğini çekti. Müziğe bile kahretti. O’na da 2000’li yıllarda cilt kanseri teşhisi koydular. 15 yıl önce,7 Nisan 2005’te hayata veda etti. *Çiğdem Talu ile Melih Kibar’ın “imkansız” aşkı sekiz yıl, üç gün sürdü. O zaman diliminde 250’dan fazla şarkıya birlikte imza attılar. Bunca yıldan sonra bile geriye,dinlerken hepimizin kalplerini “pır pır” ettiren emsalsiz aşk şarkılarını bıraktılar. Çiğdem Talu ve Melih Kibar,eşi, benzerine az rastlanan ölümsüz bir aşkı yarattıkları şarkılarda yaşadılar ve hissettiklerini Türkiye’ye de yaşattılar. Şimdi, sizin başınıza gelse, sevdiğinize yaşatabilir misiniz böyle bir sevda masalını. Son söz: 

“Her şey seninle güzel; olmayacak düşlerin peşinde koşmak bile…"

                                                      -----------------o--------------

ÖNEMLİ BİR ÇANAKKALE ANEKDOTU  

 Çanakkale Savaşı, zannedildiği gibi 1915’te başlayıp 1916’da kazanılmadı. Aslında üç yıl önce 1913’te kazanıldı.Çünkü Mustafa Kemal, Trablusgarp’tan yeni dönmüştü, askeri ataşe olarak Sofya’ya gitmeden önce Çanakkale Boğazı’na atandı.

 Kader adeta onu buraya getirmişti. O günlerde henüz kendisi de farkında değildi ama, üç yıl sonra tarihin akışını değiştireceği Çanakkale’yi üç yıl önceden inceleme fırsatı yakalamıştı.Üç bin yıl önce Truva Savaşı’nın yaşandığı yerleri karış karış dolaştı.Kitap merakı sayesinde klasik literatüre hakimdi.

 İlyada’yı okumuştu Homeros’un mitolojik destanındaki yer tariflerini keşfetmeye çalıştı.Karadan ve denizden saldırı noktalarının o günkü konumlarıyla bugünkü şartlarını harita üzerinde karşılaştırdı, krokiler çizdi.

 Milattan önce 334 yılında Asya seferine çıkan Büyük İskender, 35 bin kişilik ordusunu Çanakkale Boğazı’ndan geçirmişti.O geçiş güzergahını adım adım inceledi.Boğazı tekneyle geçti, Büyük İskender’in Anadolu topraklarına ayak bastığı yerden karaya çıktı, neden o noktanın seçilmiş olabileceğine dair coğrafi notlar tuttu.

 Herodot okumuştu.Yıllar yıllar sonra 300 Spartalı filmine konu olacak Termofil Savaşı’ndan haberdardı.Tıpkı Homeros’un izini sürdüğü gibi, Herodot’un anlattığı yer tariflerini de keşfetmeye çalıştı.Milattan önce 480 yılında Yunan topraklarını istila etmek için gelen Pers kralı Kserkes’in 50 bin kişilik devasa ordusuyla Anadolu tarafından Avrupa tarafına geçtiği noktayı inceledi, notlar tuttu.

 Yine böyle bir Mart günü, Truva antik kentine geldi.Saatlerce gezdi, düşündü, krokiler çizdi.Achilles’in mezarı olarak bilinen tümülüsü ziyaret etti.Tıpkı Mustafa Kemal gibi, Fatih Sultan Mehmet de Homeros’un İlyada’sından etkilenmişti. Kalkıp Truva’ya gitmişti.

 Yanından ayırmadığı vakanivüsü Kritovulos’ın notlarından biliyoruz, Truva’nın kalıntılarını gezmişti, Achilles’in Hektor’un mezarları hakkında bilgi almıştı, kahramanlıklarını saygıyla anmıştı. Truva’nın coğrafi konumunu, denizle-karayla ilişkisinin stratejik yararlarını irdelemişti. Papa II. Pius’a yazdığı mektuptan anlıyoruz ki, İstanbul’un fethini Truva’nın rövanşı olarak görüyordu.

 Bugün artık gayet net şekilde biliniyor ki, İngiliz genelkurmayı da aynı metodu uygulamıştı, Çanakkale Savaşı hazırlıkları sırasında bölgenin antik tarihi üzerine araştırmalar yapmışlardı, Truva dönemine ait antik çağ haritalarından faydalanmışlardı.Truva Savaşı’nda lojistik üs olarak kullanılan Bozcaada, Gökçeada ve Limni adaları, Çanakkale Savaşı’nda da İngilizler tarafından lojistik üs olarak kullanıldı.Truva Savaşı’nda Beşige koyu’na şaşırtma amaçlı sahte çıkarma yapılmıştı, İngilizler aynısını Çanakkale Savaşı’nda yaptı.

 Truva Savaşı’ndaki efsane Truva Atı’nı bilmeyen yoktur.Çanakkale Savaşı’nda Truva Atı hilesi bile kullanıldı.Kurnaz İngiliz kurmayları, donanmanın kömür ihtiyacını karşılayan 105 metre uzunluğundaki River Clyde isimli kömür şilebini, modifiye ederek çıkarma gemisine dönüştürmüştü.

 Dışardan bakıldığında eski püskü kömür şilebi görüntüsüydeydi, güvertesinde askeri teçhizat veya herhangi bir kişi görünmüyordu, halbuki, ambarları hınca hınç asker doldurulmuştu. Dümeni kilitlenip yanlışlıkla savrulmuş gibi karaya oturacak, vurulmaya değer hedef olarak görülmeyecek, hava kararınca içindeki iki bin asker karaya çıkacak, ilk savunma hattımızı delecek, arkadan gelecek olanlara gedik açacaktı. Beceremediler.

 Truva’yla Çanakkale’nin üç bin yıllık hesaplaşma olduğunun bir başka çok önemli göstergesi, Agamemnon’du.Britanya donanmasının en güçlü savaş gemilerinden birinin adı, Agamemnon’du. Agamemnon, Truva’yı yıkmaya gelen Akha ordusunun başkomutanının adıydı!

 Osmanlı’nın ölüm fermanı anlamına gelen Mondros Mütarekesi’nin, başka yer yokmuş gibi, Agamemnon zırhlısının güvertesinde imzalanması da, elbette tesadüf değildi.Fatih Sultan Mehmet’in muhteşem isabetli tespiti gibi, İstanbul’un fethi, Truva Savaşı’nın rövanşıydı.Üç bin yıl sonra Çanakkale’yi geçmeye çalışanlar, Truva’nın rövanşını kaybedenlerdi.Çanakkale Savaşı, tıpkı Truva Savaşı gibi, doğu ile batı’nın, Avrupa’yla Anadolu’nun mücadelesiydi.

 Ve işte 1915 ...

 Üç yıl önce Truva’nın stratejik planlarını bizzat yerinde inceleyen, ölçüp biçen Mustafa Kemal, üç yıl sonra yeniden Çanakkale’deydi.Ne yapacağını, neler yapması gerektiğini kafasında çoktan kurgulamıştı.

 Anafartalar.Savaşın kırılma noktasında yeralan iki köyümüzün ortak adıydı.Küçük Anafarta köyü.Büyük Anafarta köyü.Anafarta kelimesi, yerel ağızda rüzgara karşı, çok rüzgar alan yer manasına geliyordu.Anafartalar Kahramanı’nın emperyalizm rüzgarına karşı durduğu yer, coğrafyanın sözlük anlamına da cuk oturuyordu.

 Özetle Çanakkale Zaferi Dan Dunla DeÇanakkale Savaşı, zannedildiği gibi 1915’te başlayıp 1916’da kazanılmadı. Aslında üç yıl önce 1913’te kazanıldı.Çünkü Mustafa Kemal, Trablusgarp’tan yeni dönmüştü, askeri ataşe olarak Sofya’ya gitmeden önce Çanakkale Boğazı’na atandı.

 Kader adeta onu buraya getirmişti. O günlerde henüz kendisi de farkında değildi ama, üç yıl sonra tarihin akışını değiştireceği Çanakkale’yi üç yıl önceden inceleme fırsatı yakalamıştı.Üç bin yıl önce Truva Savaşı’nın yaşandığı yerleri karış karış dolaştı.Kitap merakı sayesinde klasik literatüre hakimdi.

 İlyada’yı okumuştu Homeros’un mitolojik destanındaki yer tariflerini keşfetmeye çalıştı.Karadan ve denizden saldırı noktalarının o günkü konumlarıyla bugünkü şartlarını harita üzerinde karşılaştırdı, krokiler çizdi.

 Milattan önce 334 yılında Asya seferine çıkan Büyük İskender, 35 bin kişilik ordusunu Çanakkale Boğazı’ndan geçirmişti.O geçiş güzergahını adım adım inceledi.Boğazı tekneyle geçti, Büyük İskender’in Anadolu topraklarına ayak bastığı yerden karaya çıktı, neden o noktanın seçilmiş olabileceğine dair coğrafi notlar tuttu.

 Herodot okumuştu.Yıllar yıllar sonra 300 Spartalı filmine konu olacak Termofil Savaşı’ndan haberdardı.Tıpkı Homeros’un izini sürdüğü gibi, Herodot’un anlattığı yer tariflerini de keşfetmeye çalıştı.Milattan önce 480 yılında Yunan topraklarını istila etmek için gelen Pers kralı Kserkes’in 50 bin kişilik devasa ordusuyla Anadolu tarafından Avrupa tarafına geçtiği noktayı inceledi, notlar tuttu. Mehmet de Homeros’un İlyada’sından etkilenmişti. Kalkıp Truva’ya gitmişti.

 Yanından ayırmadığı vakanivüsü Kritovulos’ın notlarından biliyoruz, Truva’nın kalıntılarını gezmişti,

 Yine böyle bir Mart günü, Truva antik kentine geldi.Saatlerce gezdi, düşündü, krokiler çizdi.Achilles’in mezarı olarak bilinen tümülüsü ziyaret etti.Tıpkı Mustafa Kemal gibi, Fatih Sultan Achilles’in Hektor’un mezarları hakkında bilgi almıştı, kahramanlıklarını saygıyla anmıştı. Truva’nın coğrafi konumunu, denizle-karayla ilişkisinin stratejik yararlarını irdelemişti. Papa II. Pius’a yazdığı mektuptan anlıyoruz ki, İstanbul’un fethini Truva’nın rövanşı olarak görüyordu.

 Bugün artık gayet net şekilde biliniyor ki, İngiliz genelkurmayı da aynı metodu uygulamıştı, Çanakkale Savaşı hazırlıkları sırasında bölgenin antik tarihi üzerine araştırmalar yapmışlardı, Truva dönemine ait antik çağ haritalarından faydalanmışlardı.Truva Savaşı’nda lojistik üs olarak kullanılan Bozcaada, Gökçeada ve Limni adaları, Çanakkale Savaşı’nda da İngilizler tarafından lojistik üs olarak kullanıldı.Truva Savaşı’nda Beşige koyu’na şaşırtma amaçlı sahte çıkarma yapılmıştı, İngilizler aynısını Çanakkale Savaşı’nda yaptı.

 Truva Savaşı’ndaki efsane Truva Atı’nı bilmeyen yoktur.Çanakkale Savaşı’nda Truva Atı hilesi bile kullanıldı.Kurnaz İngiliz kurmayları, donanmanın kömür ihtiyacını karşılayan 105 metre uzunluğundaki River Clyde isimli kömür şilebini, modifiye ederek çıkarma gemisine dönüştürmüştü.

 Dışardan bakıldığında eski püskü kömür şilebi görüntüsüydeydi, güvertesinde askeri teçhizat veya herhangi bir kişi görünmüyordu, halbuki, ambarları hınca hınç asker doldurulmuştu. Dümeni kilitlenip yanlışlıkla savrulmuş gibi karaya oturacak, vurulmaya değer hedef olarak görülmeyecek, hava kararınca içindeki iki bin asker karaya çıkacak, ilk savunma hattımızı delecek, arkadan gelecek olanlara gedik açacaktı. Beceremediler.

 Truva’yla Çanakkale’nin üç bin yıllık hesaplaşma olduğunun bir başka çok önemli göstergesi, Agamemnon’du.Britanya donanmasının en güçlü savaş gemilerinden birinin adı, Agamemnon’du. Agamemnon, Truva’yı yıkmaya gelen Akha ordusunun başkomutanının adıydı!

 Osmanlı’nın ölüm fermanı anlamına gelen Mondros Mütarekesi’nin, başka yer yokmuş gibi, Agamemnon zırhlısının güvertesinde imzalanması da, elbette tesadüf değildi.Fatih Sultan Mehmet’in muhteşem isabetli tespiti gibi, İstanbul’un fethi, Truva Savaşı’nın rövanşıydı.Üç bin yıl sonra Çanakkale’yi geçmeye çalışanlar, Truva’nın rövanşını kaybedenlerdi.Çanakkale Savaşı, tıpkı Truva Savaşı gibi, doğu ile batı’nın, Avrupa’yla Anadolu’nun mücadelesiydi.

 Ve işte 1915 ...

 Üç yıl önce Truva’nın stratejik planlarını bizzat yerinde inceleyen, ölçüp biçen Mustafa Kemal, üç yıl sonra yeniden Çanakkale’deydi.Ne yapacağını, neler yapması gerektiğini kafasında çoktan kurgulamıştı.

 Anafartalar.Savaşın kırılma noktasında yeralan iki köyümüzün ortak adıydı.Küçük Anafarta köyü.Büyük Anafarta köyü.Anafarta kelimesi, yerel ağızda rüzgara karşı, çok rüzgar alan yer manasına geliyordu.Anafartalar Kahramanı’nın emperyalizm rüzgarına karşı durduğu yer, coğrafyanın sözlük anlamına da cuk oturuyordu.

 Özetle Çanakkale Zaferi Dan Dunla Değil Analitik Zekayla, Entelektüel Birikimle Kazanıldı...

ALINTIDIR.

                                              ------------------o------------------

YARADAN'ın MUCİZESİ ----- İNSAN

 1. İnsan kalbi yerinden çıkarıldığında bir süre daha atmaya ve etrafındaki havadan oksijen almaya devam eder çünkü kendi elektrik sistemine sahiptir.

 2. Mide asidi o kadar güçlüdür ki vücudunuz her 3-4 günde bir midenizin iç katmanını baştan aşağı yeniler.

 3. İnsan burnu 50.000 kokuyu tanır ve hatırlar.

 4. Vücudunuzda 96.000 km uzunluğunda kan damarı vardır. Bu uzunluk Ekvator'un çevresinde 2.5 tur atabilir.

 5. Kalbiniz her gün bir kamyonu 32 km götürmeye yetecek enerji üretir. Ömür boyunca ürettiği enerji ile bir kamyon aya gidip geri dönebilir.

 6. 70 yıllık ömrü boyunca bir insan kendinden ortalama 48 kilo deri döker.

 7. Havanın açık olduğu bir gece gökyüzüne bakarsanız Andromeda galaksisini görebilirsiniz, bu gözlerinizin küçücük bir ışık huzmesini yakalayabilecek kadar hassas ve güçlü olduğu anlamına gelir zira bu komşu galaksi 2,5 milyon ışık yılı uzaklıktadır.

 8. Bir insan ömrü boyunca 25.000 metreküp hacminde iki yüzme havuzunu dolduracak kadar tükürük üretir

 9. Uyanık olduğunda beyniniz bir ampulü yakmaya yetecek kadar elektrik üretir

 10. Kemikleriniz aynı ebattaki çelikten daha güçlüdür, buna karşın çelikten 4-5 kat daha hafiftir ve çelikten bile güçlü olan kemiklerinizin %31'i sudur

 11. İnsan gözü dijital bir kamera olsaydı, 576 megapiksel olurdu. Piyasada bulabileceğiniz en gelişmiş 80 megapiksel DSLR'nin fiyatı 34.000 dolardır. Ayrıca uzmanlar insan gözünün 10 milyon farklı rengi ayırt edebildiğini tahmin etmektedir.

 12. Kılıf içerisinde olmasaydı tüm hücrelerinizde yer alan DNA dünyadan Plüton'a gidip geri gelecek kadar esneyebilirdi.

 13. Ömrünüz boyunca, beyninizin uzun dönem hafızası 1 kuadrilyon (1 milyon x milyar) ayrı bit bilgiyi tutabilir

 14. Ortalama bir insan ömründe, kalp yaklaşık olarak 1.5 milyon varil - 200 tankeri doldurmaya yerecek kadar - kan pompalar.

 15. Vücudunuz saatte 180 milyon kırmızı kan hücresi üretir

 16. Hamilelik süresince, eğer annede organ hasarı ortaya çıkarsa, rahimdeki bebek hasarlı organı onarmak için kök hücre gönderir

 17. Bir adım atmak için 200 kas çalışır

 18. Tek bir hücrede 6 milyar DNA bulunur

 19. Bir insan hiç yemek yemeden 2 ay yaşayabilir

 20. Hafızanıza yeni bir şey kaydettiğinizde beyindeki nöronlar arasında yeni bir fiziki bağ oluşturulur. Her yeni kayıt ile beyninizde fiziki bir değişim yaşanır

 21. Beyin hücreleriniz ölmeye başlamadan önce oksijensiz 5-10 dakika hayatta kalabilirsiniz

 22. Beyninizin %60'ı yağdan oluşur

 23. Yüzünüzü bir duyguyu yansıtacak şekilde değiştirdiğiniz zaman o duyguyu yaşamaya başlarsınız

 24. insan gözü her defasında yalnızca görüş alanınızdaki küçük bir alanı görebilir, bunları tek bir resim haline getirebilmek için saniyede 2-3 seğirme (hızlı, otomatik göz hareketi) gerçekleştirir

 25. Beyniniz kendisini aşırı yüklenmeden ve duygusal çöküntülerden korumak için bazı bildiklerini unutur, bu yeni bilgileri daha kolay ve hızlı öğrenmenizde size yardımcı olur.

 ALINTIDIR

                                              -----------------o------------------

YÜZYILIN İTİRAFLARI

 Mustafa Kemal, bizim temsil ettiğimiz dünyanın en büyük düşmanıdır. (Rothschild.)

 2014 yılında Amerika Birleşik Devletlerinde, ünlü petrol milyarderi, bankacı ve dünyanın en zengin ailelerinden biri olan Yahudi Rockefeller ailesinin, yakınlarda vefat eden en büyük ferdi David Rockefeller’in bir kitabı yayınlandı.  “Yüz yılın İtirafları “ adını taşıyan bu kitap maalesef çok kısa zamanda piyasadan çekildi. Çünkü kitapta, itiraflar vardı. Dünyayı yönetme isteği içinde olan ELİT bir tabakanın yüz yıl içerisinde, bazı devletler ve ülkeler içinde ve dışında, o ülkeleri kendi şemsiyeleri altına alabilmek için çevirdikleri dolaplar, entrikalar, soygunlar, sömürgeleştirme itiraf ediliyordu. Bu elit tabakanın daha fazla açığa çıkmaması ve masum halklara yaptıkları bilinmemesi için kitap piyasadan kaldırıldı.

Öncelikle Rockefeller ailesi hakkında bulabildiğimiz kadar bilgi verelim. Sonra bu ailenin en büyüklerinden olan David Rockefeller’in kaleme aldığı itiraflardan “Türkiye” hakkında yazdıklarını ve düşündüklerini öğrenelim:

  DAVİD ROCKEFELLER

6 kalp nakli, 3 böbrek ve 2 de ciğer nakli operasyonu geçiren 100 yaşına girdiğinde yaptığı açıklamada “200. doğum günümü de kutlamak istiyorum” şeklinde konuşan David Rockefeller, 20 Mart 2017 tarihinde öldü.

 “Rockefeller ailesi ABD’nin en büyük petrol, sanayi, siyaset ve bankacı ailesidir. Aile 19. Yüz yılın sonu yirminci yüz yılın başlarında Jhon Davison Rockefeller’in (1839 – 1937) ve kardeşi William Avery Rockefeller’in ( 1841 – 1922 ) zamanında Standart Oil vasıtasıyla petrol ticaretinde çok büyük başarılar elde etmiş, Manhattan Bankasına uzun zaman sahiplik yapmış ve bu zaman zarfında büyük servet, nüfuz ve şöhret sahibi olmuştur. Jhon Davison Rockefeller insanlık tarihinin ilk dolar milyarderi unvanını kazanmıştır.

 Rockefeller ailesinin elinde, aile üyelerine ve ailenin fertlerine ait bilgilerin ve dünya siyaseti, dünya ekonomisi hakkında yapılması gereken şeylerin listelerinin yer aldığı dünyaca meşhur bir arşivleri vardır. Bu büyük arşiv yer altına inşa edilmiş üç katlı büyük bir binada saklanır. Bu arşivde bulunan yetmiş milyon sayfalık belgeler, kırk iki bilimsel tahsil kurumuna aittir. Bu belgeler içerisinden araştırmacılara sadece, ailenin ölmüş üyelerine ait belgeler verilir. Sağ olan aile üyeleri hakkındaki belgeler ise hiç kimseye verilmez. 140 yıllık bir geçmişe sahip olan bu arşiv belgeleri ABD’nin 19 ve 20. Yüz yıllara dair dünya ölçeğindeki siyasi işlerinde ve çeşitli ülkelerde bu yıllarda ortaya çıkan sosyal olaylardaki rolünü öğrenebilmek için çok önemli bilgi kaynağıdır. Bu belgeler, dünya tarım işleri, güzel sanatlar, eğitim, uluslararası ilişkiler, ekonomik gelişme, tıp, tarih, politika, halklar, din, sosyal bilimler, kadın hakları tarihi, afro Amerikan tarihi gibi konuları kapsayan belgelerdir.

 David Rockefeller (1915 – 1996) felsefe doktorudur. Harward ve Chicago üniversiteleri mezunudur. Amerika’nın Uluslararası İlişkiler Şurasının, Rockefeller Üniversitesi’nin, çağdaş Newyork Güzel Sanatlar müzesinin fahri başkanı ve en önemlisi de 1969 – 1981 yılları arasında komitenin başkanlığını yapmıştır.

2013 yılında bir internet sitesi, bu Rockefellerin bazı yazılarını ele geçirmiş ve “ABD’li Yahudi Bankacı David Rokfeller’den Yüz yılın İtirafları” adıyla bunları yayınlamıştır. 2014 yılında ise sözünü ettiğimiz kitap basılmış; fakat piyasadan toplatılmıştır.

 Bu itiraflar ile ABD’nin ve Batı Avrupa’nın büyük devletlerinin yirminci yüz yılda dünya halklarının başlarına ne oyunlar ve felaketler getirdiği açık olarak ortaya çıkmıştır. Bu itiraflar, inanılmaz boyuttadır ve sadece Türkleri ve Türk Dünyası ile değil, bütün dünya ile ilgili meseleler üzerinde neler yaptıkları ve düşündükleri açıklanmıştır. Bu yazılarda Türkiye ile ilgili bölüm, bizi daha çok ilgilendiren bölümdür. Yapılan işlerin esas aktörleri, ABD ve Batı Avrupa devletleridir. Bütün icraatı yapan bunlardır. Bunların esas hedefleri Türkiye ve Türklerdir.

“Türkiye, coğrafi ve stratejik bakımından çok önemli bir ülkedir. Bu yüzden üzerinde daha fazla durmak istiyorum. Bu ülke bizim için çok önemlidir ve Türklere bırakılacak kadar önemsiz değildir….

1) Büyük İsrail Devleti’nin sularının büyük kısmının kaynakları Türkiye toprakları üzerindedir.

 2) Türkiye Avrupa ve Asya arasında bir köprüdür.

 3) Müslüman aleminde öncül ve demokratik tek ülkedir….

İslâmiyet’i yıkmak istiyorsak işe Türkiye’den başlamak gerekir. Bu Türkler aslında birleşip bir araya gelseler, karşılarında hiç kimse duramaz. Bu yüzden, böyle bir ihtimale karşı ajanlarımız her an iş başında bekliyorlar. Türk devletlerinde anahtar mevkilerde adamlarımız var. Bunlar böyle bir ihtimali sezseler o anda Türkiye’deki huzur ve güven ortamını bozacak olaylar yaratırlar ve bu darbelerle bu tür bir birleşmeyi önleriz.

 Medeniyetin kurucusu ve beşiği olarak Türkleri kabul edemeyiz; tam aksine entrikalar ile bu medeni miraslarına el koyarak biz, onları bütün dünyaya, barbar, hak – hukuk tanımayan bir halk olarak tanıttık ve bu alanda oldukça başarılı olduk. Sümer kralları Urukagina ve Urnammu çok Allah’lı bir cemiyet kurarak insanlar arasında adaleti korumak ve haksızlığı önlemek için kanunlar çıkararak çağdaş toplumlara örnek olurken bugün, tek Allah’lı bir halk olan Türkiye’de bizim çalışmalarımız sonucunda medeni vasıflar, ahlak, terbiye, saygı, sanat, edebiyat, tarih yok olurken; fahişelik, rüşvet, hırsızlık, haksız kazanç ve soygun hüküm sürmektedir. Dünya çapında Türkiye’de yetişmiş, bir tane bilim adamları, sanat adamları, edebiyat adamları ve siyaset adamları yoktur!

 Aslında Türkler, tarih kitaplarını açıp okusalar, bütün gerçeği görecekler. Ama Türkler için duyduğuna inanmak yeterlidir; okumak onlara çok zor gelmektedir. En kolayı, geçmişi öğrenmeden gece yatarken hissettiklerini kaleme alarak ertesi günü hüküm vermektir. Düşünün ki, hangi tesirin altındasınız ve kime kul olmaktasınız?

Ben de bu ana kadar en medeni ulus olarak İngilizleri görüyordum. Türk tarihini, Türk medeniyetini öğrenince, konuyu değiştirdim.

Provokatörlerimizin çalışmaları ile 1970’li yıllardan itibaren Türkiye’de sağ ve sol ideolojiler arasında adeta bir iç savaş yaşattık. Ülkeye koyduğumuz ambargo ile halk canından bezmiş, yağa, tuza, gaza muhtaç olmuştu. Birkaç kişi zenginleşmiş, halk ise sefalete düşmüştü. Provokatörler için halkı ayaklandırmak zor olmadı. Ülke o dereceye geldi ki, sokaklarda her gün elli – altmış kişi öldürülüyordu. Bütün ülke terör korkusundan adeta sinmiş saklanmıştı. Binlerce Türk genci, bizim uydurduğumuz ideolojiler esasında can verdi. Zamanı gelince bilgimiz dâhilinde indirilen bir darbe ile terör bitti, ortalık sakinleşti. Çünkü provokatörler işi bitirmişler, geriye dönmüşlerdi. Burada oynadığımız oyun, milleti birbirine düşürüp çaresiz bırakmak ve onlara bir kurtarıcı göndermekti. Bu durumda o kurtarıcı, kim olursa olsun, ‘anarşiyi – terörü bitiren, ölümleri sonlandıran’ insan olarak kabul görecekti. Bizim demokrasi uğrundaki mücadelemizin esası buydu.

 Askeri hükümet çok sert tedbirlerle bir müddet ülkeyi yönetti. Ellinin üzerinde genç, haklı – haksız sağdan ve soldan ayırımı yapılmadan idam edildi. Bu sert cezalar tesirini çabuk gösterdi ve ülke bir anda süt liman oldu. Askeri hükümet bir müddet sonra ülkeyi sivil yönetime devretti. Bizim istediğimiz bir kişi iktidarın sahibi oldu. Askeri darbeyi yapan şahıs cumhurbaşkanı oldu. Yeni hükümet tam bizim isteklerimiz doğrultusunda ülkenin kapılarını bize sonuna kadar açtı. Bizim büyük şirketlerimiz bu büyük pazara aç kurtlar gibi girdiler. Ülke ABD ve Avrupa malları ile doldu. Bu durumdan hem bizim şirketlerimiz faydalandı, hem de ülke boğazına kadar borç batağına girdi. Türkiye, kapitalizmi o kadar güzel uyguladı ki, yeni birçok vurgun ve soygun metotları bulundu. Hayali ihracat arttı, bankaların içi boşaltıldı, rüşvet devletin her kademesine girdi. Başta siyasiler olmak üzere, medya sahiplerine, üst düzey bürokratlara, bankacılara, yazar-çizer takımına ( gazeteci, dergi yazarı ) bu dönemde milyarlarca dolar rüşvet dağıttık.

 Kardeşlik, dostluk, iyi niyet, dürüstlük, ahlaklı ticaret unutuldu. Binlerce sahtekâr, yalancı, hem devlet kadrolarını, hem bankaları, hem de özel şirketleri doldurdu. Türkiye’nin bugünkü manzarasının sebebi 12. Eylül ihtilalidir desem abartmam… Ülke yapılanları görenler tarafından alttan alta kışkırtılmaya başlandı. Halk tepki koyuyor, sokaklar protestocularla doluyordu. Tepkileri azaltabilmek için tam o günlerde bir Kürt meselesi çıkardık. Önce, bir örgüt kurdurduk. Sonra küçük bir kasabaya baskın yaptırdık. Ülkenin gündemi bir anda değişti. Kürt PKK terörü, şehit edilen asker ve polisler, halka her sıkıntıyı unutturdu. Türkiye otuz yıldır bu mesele ile uğraşıyor. Sonuç almasını her defasında engelledik. PKK’nın liderini ‘idam edilmemek’ kaydı ile biz teslim ettik. Otuz yıldır süren PKK terörü, Türkiye’nin ekonomisine büyük darbe vurdu. Binlerce insan bu terör dalgası içerisinde ölüp gitti. Türkiye, hem siyasi, hem ekonomik hem de sosyal açıdan büyük kayıplara uğradı. Ülkenin düzgün hale getirilebilmesi için bize başvurmak zorunda kaldı. Biz de, onlara, Osmanlı İmparatorluğuna yaptığımız teklifleri yaptık. Kabul ettiler. Bu işler için harcadığımız dolarların birkaç katını kazandık ve Türkiye’yi içinden çıkamayacağı bir borç sarmalına yuvarladık.

 Bugünkü Türkiye; yalancılığın, sahtekârlığın, halkı aldatmanın, bizlere hizmet etmenin içinde yüzüyor; Mustafa Kemal’in bizi reddetmesinin bedelini ödüyor. Böyle bir ülkenin uzun boylu yaşaması pek mümkün değildir. Ya ruhlarda bir ihtilal yaparak yeniden kendileri olacaklar, ya da tarihten silinip gidecekler. Anadolu toprakları da bizim yarattığımız Ermeni ve Kürt devletlerinin olacaktır”.

David Rockefeller, itiraflarının bir bölümünde de, başka bir zengin Yahudi ailesi olan Rothschild ailesinin bir ferdi ile yapmış olduğu sohbete yer vermiş. Bu sohbetten de bölümler aktaralım:

“Rockefeller’in, (Dünya ülkelerini nasıl ele geçiriyorsunuz?) sorusuna Rothschild; Birinci Dünya Savaşı Avrupa’da bize karşı olan imparatorlukları yıkmak ve en önemlisi Osmanlı İmparatorluğunu parçalayarak Orta Doğu’daki petrol yataklarını ele geçirmek ve İsrail devletinin kuruluş yolunu açmak için çıkarıldı”.

“İsrail devletinin kurucusu sayılan Tehodor Herzl o zamanki Osmanlı Sultanı II. Abdülhamid’in yanına giderek bizim ailemizin para desteği ile Filistin topraklarını satın almak istedi. Fakat Sultan bize karşı çıktı. Biz de gerekeni yaptık. Osmanlı İmparatorluğunu çaresiz bırakarak I: Dünya Savaşı’na soktuk. Çok zorlansak da, Osmanlı İmparatorluğunu yıktık. İstanbul’u ve Anadolu’nun bazı bölümlerini işgal ettik. Planlarımızı tam sonlandıracağımız zaman Mustafa Kemal adında, padişahı ve şeyhülislam’ı dinlemeyen asi bir general ortaya çıktı. Bütün planlarımız alt üst oldu. Hepsi geriye kaldı”.

“Mustafa Kemal, bizim temsil ettiğimiz dünyanın en büyük düşmanıdır. O’nun varlığı, İsrail devletinin kurulmasını otuz yıl kadar geciktirdi ve bize milyarlarca dolar kaybettirdi. İzmir suikastı denen bir olaya karıştığı için idama mahkûm ettiği, Osmanlı Maliye nazırlarından aziz dostumuz Cavit Bey’i kurtarmak için O’nun yanına gittik. Bizi çok soğuk karşıladı. Tekliflerimizin hiç birisini kabul etmedi. Ve adeta bizi, makamından kovdu. Birkaç gün sonra da Cavit Bey’i idam ettirdi”.

İtiraflarda, Türkiye’den başka birçok ülkeye ve çeşitli olaylara da yer verilmiş. Bu ülkelerde ve olaylardaki aktörlerden bahsedilmiş. İkinci Dünya Savaşı, Hitler, Stalin, atom bombası, ihtilaller, darbeler anlatılmış… İran-Irak savaşının çıkarılmasının sebepleri ve sonucu değişik bir perspektif ile açıklanmış.

Şimdi, kendimize bakarak düşünelim… Toplumumuzu, yaşam şartlarımızı, siyasilerimizi ve icraatlarını, bilim ve sanat seviyemizi, ahlaki halimizi, güven ve inançlarımızı, hayata bakış ve algılayış tarzımızı düşünelim ve sonra kendimize soralım: Yukarıda itiraf edilenlerin bugünkü durumumuzu yaratmada tesiri yok mu? Başkalarını dinleyerek mi bu duruma geldik? Yüz yıl önce, zengin olmayan, geçim sıkıntısı çeken; fakat dürüst, namuslu, çalmayan, aldatmayan, güven veren bir toplum yapımız varken bugün niçin, hırsızların, üçkâğıtçıların at oynattığı, sahtekâr, alçak, zalim ve gaddar bir toplum haline geldik? Bu nasıl oldu? İtiraflar, bize yıllardır dost olarak görünenlerin aslında düşman olduğunu göstermiyor mu?

Bu durumlardan kurtulmanın tek yolu, Ulu Önder Atatürk'ümüzün istediği gibi “önce vatan ve millet” duygusunun bütün fertler tarafından kabullenilmesi ve aklın kullanılmasıdır. Aklı, devreden çıkarırsak yapılabilecek bir şey yoktur. Hasta mutlaka ölecektir! Ölmemek için akıllı olmak ve önce vatan ve millet, diyebilmek gerekir. Tehdit ve tehlike çok büyük, farkında olmalıyız….

NOT: BU MAKALE, AZEBAYCAN’DA YAYINLANAN KREDO GAZETESİNDE 17. MAYIS. 2014 TARİHİNDE GAZANFER KAZIMOV’UN YAZDIĞI “ROCKEFELLER’İN İTİRAFLARI VE DÜNYMEDENİYETİNİN KURUCUSU TÜRK’ÜN BEDBAHTLIĞI” İSİMLİ MAKALEDEN YARARLANA ILARAK YAZILMIŞTIR.

                                               -------------------o--------------------

TOPAL BACAKLI MAREŞAL  

 Siyah beyaz bir fotoğraf.. Bir cenaze töreni yapılıyor. Tabloya bakılırsa önemli biri olmalı. Balkonda ise tabutta yatanı selamlayan bir asker var. Kıyafetine bakılırsa Türk değil gibi. Ama yüksek rütbeli bir asker olduğu belli. Bu adamın hikayesi, tarihe silinmez izler bırakmış ATATÜRK gibi emsalsiz bir dahiyi anlatmaktadır... Bu adamın duygu dolu ibretlik bir hikayesidir..  

 Bu kişi Sir William Birdwood.

 Çanakkale Savaşı'nda Anzak Orduları Başkomutanı.

Asker ve donanım açısından daha üstün olmalarına rağmen Atatürk’e üç kez yenilir savaşta, bacağı da sakatlanır ama buna rağmen O'nun dehasına ve kişiliğine karşı büyük hayranlığı vardır. Bu hayranlık savaş sonrasında da devam eder.

 1935 yılında Mareşal olur, son görevi “Hindistan Ordusu Başkomutanlığı”dır. Atatürk hayranlığı ve sevgisi hala sıcaklığını korumaktadır.

 Atatürk'ün vefatında da rahatsızlığına ve emekli olmasına rağmen İngiltere adına cenaze törenine katılmak için talepte bulunur. Talebi kabul edilince İstanbul’a gelir.

 Bacağını sürükleye sürükleye tabutunun ardında yürür. Ankara’daki törende artık ayağı incinmiş ayakta zor durmaktadır. Halkevi binası balkonuna çıkarırlar.. Geçici kabrine götürülecek olan Mustafa Kemal'in tabutunun geçişi sırasında kılıcından destek alarak ayağa kalkar, elindeki asayı kaldırarak selamlar O'nu. Bu sırada artık duygularını kontrol edemeyerek ağlamaktadır.   Tören sonrasında hemen ayrılmaz, birkaç gün daha kalır Ankara’da. Bir gün etrafında Türk yetkililerin de olduğu bir ortamda cebinden bir kalem ve üzerinde kroki olan bir kağıt çıkararak masaya koyar, şu anıyı anlatır onlara:  

 """ Tarih 20 Kasım 1918 (Bir kaynağa göre 16 Kasım)..

Birdwood karargahı ile Pera Palas oteline yerleşmiştir.

Mustafa Kemal’in de otelde bir dairesi olduğunu bilen Birdwood, Onunla görüşmek ister. Bunun için kendisine refakat subayı olarak verilmiş olan sporcu Sedat Rıza Bey’i araya sokar. -“Buyursunlar” der Mustafa Kemal. İki general karşı karşıyadır. Birdwood çok saygılıdır. Mustafa Kemal Paşa’nın yanında Rasim Ferit Bey de vardır. Kısa bir sohbetten sonra Birdwood, iki yıldır kafasını kemiren “bizi nasıl yendi?” sorusunun yanıtını almak ister: -“Sayın komutan bizi nasıl yendiniz?”  

 Mustafa Kemal’den bir başkası, dünya savaş tarihinde benzerine az rastlanır bu başarıyı böbürlenerek anlatırdı. Oysa O, -tıpkı Trikopis’e davrandığı gibi- yenilginin ezilmişliği altındaki bu generalin onurunu korur.  “-Sizin de, bizim de tarih dergilerimiz var”, der; tarih yazar. Birdwood ricasını yineler:  

-“Ekselans, sizin ağzınızdan dinlemek istiyorum. Lütfediniz.”

 Mustafa Kemal, yanındaki Rasim Ferit Bey’den kağıt kalem ister; o da bir parça kağıt ile altın muhafazalı kurşun kalemini uzatır. Mustafa Kemal bir kroki çizer, kağıt üzerindeki yerlerini işaret ederek;  

 -“Şu tarihte karaya çıktınız, der; filanca saate kadar şurada durdunuz. Biz de şu hattaydık. Her şey sizin lehinizdeydi. Niçin çizgide durdunuz ve niçin ilerlemediniz?”

 -“Askerlerimiz çok yorulmuştu, diye yanıtlar Birdwood.”

 Mustafa Kemal bu kez de Conkbayırı krokisini çizer:

 -   “Siz filanca gün şu yöne hareket ettiniz, şu durumu aldınız; niçin ilerlemediniz?”

 -   “Biz ilerledikçe arkadan su yetişmedi. Askerlerimiz susuz kaldı ve durdu.” Mustafa Kemal de;

 "Bizde yaralıya kurşun atılmaz" diyerek, Türk soyluluk ve erdemini şu esprisiyle dile getirir:   -“Görüyorsunuz ya ben bir şey yapmadım. Önce yorgunluk, sonra susuzluk durdurdu ordunuzu.”  

 Birdwood ayağa kalkar, Mustafa Kemal’i kucaklar:

 -   “Sizin gibi kahraman ve yüksek karakterli bir asker tanımadım.” dedikten sonra krokiyi ve kalemi işaret ederek:

 -"İzin verir misiniz" der; "bu kroki ve kalemi değerli bir hatıra olarak saklayayım.” Ve saklar. """

 Cenaze törenine gelirken de yanında getirmiştir...

 Bu anısını anlatırken, Mustafa Kemal'e olan hayranlığı ve saygısını samimi duygularıyla gösteriyordu... ... ...  

 (NOT: Ne denir ki! Düşmanlarının bile sevdiği, değerini takdir ettiği, hayranlık duyduğu bir deha, büyük bir lider, tüm dünyanın örnek aldığı ve gösterdiği büyük devlet adamı.

Kimileri silmeye çalışsa da sadece Türk değil, Dünya tarihine altın harflerle yazılmış eşsiz bir dünya Lideri. Bir ulusu ve devleti yeniden dirilten Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu.

Türkiye Cumhuriyeti ayaktaysa,  Türk bayrağı yükseklerdeyse, Ezanlar okunabliyorsa, Türk ulusu onurlu yaşayabiliyorsa, O'nun eseridir.  Mustafa Kemal ve arkadaşlarının, milletle elele kurarak bizlere emanet ettikleri Türkiye Cumhuriyeti'ni korumak ve yaşatmak, en başta namus borcumuzdur...

 Çok daha fazlası olmalı elbet ama sakat bacağıyla acı çeke çeke Mustafa Kemal'in tabutunun arkasından yürüyen şu adamın gösterdiği saygıyı gösteremeyen ve yetmezmiş gibi bilir bilmez hakkında atıp tutanları ve hakaretler edenleri gördükçe, nankörlük ve ihanetin ne boyutlara geldiğini duydukça, bunları yüce Allah'a havale ediyorum...)

 <Kaynak: 1- Atatürk’ün İstanbul’daki Çalışmaları, (1899 - 16 Mayıs 1919), Sadi Borak, 2. Basım 1998, Kaynak Yayınları, ISBN: 975-343-233-X. Sayfa:153-155 2- Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı Atatürk Günlüğü. Prof. Dr. Utkan Kocatürk. Atatürk Araştırma Merkezi. Ankara 2007 İkinci Basım. ISBN: 975-16-1>

                                                       ------------------o-----------------

DR.REFİK SAYDAM
Yan tarafta fotoğrafını gördüğünüz Dr. Refik Saydam çok değerli bir Mikrobiyoloji uzmanı olupATATÜRK’ün silah arkadaşıdır.

Dr. Refik Saydam, Balkan Harbi ve 1. Dünya Savaşında Türk ve Alman ordularını kırıp geçiren TİFÜS hastalığının aşısını bulmuş ve yüzbinlerce askerimizi ölümden kurtarmıştır.

Kurtuluş Savaşında Atatürk’ün yanında yer almış ve sonrasında Sağlık Bakanı olmuştur.

Türkiye’nin ilk Doğum ve Çocuk Hastanelerini kuran Dr.Refik Saydam, HIFZISSIHHA ENSTİTÜSÜNÜ kurarak, burada Veba - Kolera - Sıtma - Verem aşılarını imal etmiş ve çocukları bu hastalıklardan korumuştur. İlk VİROLOJİ bölümünü de kurarak bu alanda büyük çalışmalar yapmıştır.

1942 yılında vefat etmiş ve ölümünden sonra da Refik SAYDAM HIFZISIHHA ENSTİTÜSÜ, öğrencileri tarafından geliştirilmiş, bir çok VİRÜS AŞISI yapılmış , özellikle YERLİ VEREM ( Tüberküloz ) aşısı sayesinde Türkiye’de VEREMİN kökü kazınmıştır.

YERLİ VE Milli Aşılarımızı ÜRETEN , VİRAL ENFEKSİYONLARIN TANI VE TEDAVİSİNDE büyük başarılara imza atan REFİK SAYDAM HIFZISIHHA ENSTİTÜSÜ 26 Ağustos 2011 tarihinde kapatılmış ve İTHAL AŞI dönemi başlamıştır.
Bugün açık olsaydı Tifüs gibi CORONA VİRUS aşısı da bulunabilirdi.

Anısına Saygıyla.

                                               -------------------o-------------------

 MARSHALL YARDIMI

1955 Yılında Amerikan Marshall Yardımı Olan, Sulandırılmış Süt Tozlarını İçmek İçin İlkokul Öğrencileri Sırada.. O Günlerde Yaşanmış Mehmet Beyin Anısı.."1960'da İlkokula gidiyordum.
Öğretmenimiz süt tozu paketleri dağıttı; Abd'den yardım olarak gelmiş! Bizim evde 100'e yakın keçi,
30'dan fazla inek vardı. Süt ve yoğurdu satma imkânımız yoktu. Bize yetecek kadar her türlü süt ürünümüz vardı. Cicili süt tozu paketlerini sevine sevine eve getirdim. Eve girmeden önce avluda dedemle karşılaştım; 

-'Elindeki nedir?' diye sordu. 

Süt tozu dedim.. 'Bizim sütümüz var, götür onu geri ver, sütü olmayan çocuklara versinler.' dedi. Aslında köyümüzde sütü olmayan ev yoktu. Ben götürmek istemedim.
'-Oğlum, bunlar bizim iyiliğimiz için bunu vermiyorlar, bizi zehirlemek için gönderiyorlar!' dedi.
Ben okul'da öğretmenimin anlattıklarına güvenerek, Dedeme karşı geldim. Bu söylediklerini okula hiç gitmemiş olan Dedemin cehaletine yordum. Beni ikna edemeyince inandırmak için bir deneye başvurdu.
-'Git, süt tozunu süte çevir getir.' dedi. Eve girip Süt tozundan süt yapıp getirdim. Sütü Götürüp köpeğimizin kulübesinin önüne koyduk. Köpek Ağzını süte koydu, yaladı, çekti..
'Beni zehirlemek mi istiyorsunuz?!.' der gibi bize baktı. Saldıracak gibiydi. Dedem süt dolu kabı köpeğin önünden alıp döktü, kabı yıkadı. Şimdi 'git, evden bizim sütten getir.' dedi.
Evden sütü getirdim, yıkanmış kaba koydu, Kabı Yine köpeğin önüne sürdük. Ağzını koydu. Bir kez nefes aldı. İki içimde sütü tamamen bitirdi. Dedem hiç okula gitmemişti ama öğretmenimden ve o sütleri okulumuza gönderen yetkililerden daha çok şey biliyordu.." O tarihlerde bu dağıtılan süt tozlarından sonra Türkiye'de ilk "Çocuk Felci" vakaları görüldü ve Felç salgını başladı..
Sonra ne mi oldu..? Amerika bize milyon dolarlar karşılığında çocuk felci aşıları sattı.. Önce çocuklarımızı Hasta Ettiler, Peşinden iyileşelim diye İlaç ve Aşı Sattılar.. Bizi, Bomba ve Silahlarla Öldürenlerin, Aşı ve Yiyeceklerini Masum Gördüğümüz Sürece, Daha Çok Aldanırız..
Kaynak köy Enstitüleri .

                                             ----------------------o----------------------

 UNESCO

1976 yılın da  UNESCO, üyelerine bir öneri ile gelir.

Öneri paketin de ki bir cümleyi sizlere okumak istiyorum.

Diyor ki, " Bu gün UNESCO'nun üzerin de çalıştığı bütün projelerin isim babası Mustafa Kemal'dir. "

 Peki Öneri nedir ❔

 Öneri ise, Atatürk'ü,  doğumunun yüzüncü yılında, UNESCO'nun 152 ülke devletlerinin ayni anda kutlaması önerisidir.

Birden İsveç delegesil ayağa kalkar ve şöyle der;

"Ne yani, dünyada bu kadar devlet adamı var. Hepsinin de doğum gününü böyle kutlayacakmıyız ❔"

 O esnada, Rus delegesi ayağa fırlayarak, yumruğunu masaya vurur ve 152 ülke delegelerine aynen şunları söyler;

"Genç delege arkadasıma, hatırlatmak isterim ki ATATÜRK,  öyle herhangi bir dünya lideri değildir. Bırakın onu yıl da bir anmayı, tüm ülkeler, her problemin de çare olarak onu aramalı."

 Sonra ne mi olur ❔ UNESCO tarihin de ilk kez, hiç negatif ve hiç çekimser oy kullanılmaksızın, 152 ülke, tam oy birliği ile bu metni imzalar.

 Hani İsveç delegesi  "ne yani" demişti ya;

O İsveç delegesi bu imzanın atıldığı gün,  mikrofona gelir ve aynen şunları söyler :

"Ben ATATÜRK'ü inceledim. Bütün ülkelerden özür diliyor ve ilk imzayı ben atıyorum."

 İşte o muhteşem belge diyor ki :

ATATÜRK KİMDİR ❔

 ATATÜRK;

▪ULUSLARARASI ANLAYIŞ, İŞBİRLİĞİ ve BARIŞ YOLUN DA ÇABA GÖSTERMİŞ ÜSTÜN BİR KİŞİ.

 ▪OLAĞANÜSTÜ DEVRİMLER GERÇEKLEŞTİRMİŞ BİR DEVRİMCİ.

 ▪SÖMÜRGECİLİK VE YAYILMACILIĞA KARŞI SAVAŞAN İLK ÖNDER.

 ▪İNSAN HAKLARINA SAYGILI, DÜNYA BARIŞININ ÖNCÜSÜ.

 ▪BÜTÜN YAŞAMI BOYUNCA İNSANLAR ARASIN DA RENK, DİL, DİN, IRK AYIRIMI GÖZETMEYEN,

EŞSİZ DEVLET ADAMI.

 ▪TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN KURUCUSUDUR.

 Bir filozof der ki "Bir ülke için kıstas aradığınız zaman, o ülkenin en büyük liderini gözden geçirin."

Şu anda kıstas arayan ülkelere sanıyorum bundan daha iyi bir metin gösteremeyiz.

Bu metin ki, 152 ülke tarafından, tam oy birliği ile  imzalanmıstır.

 Eşi olmayan devlet adamı metni.

 İlknur Güntürkün Kalıpçı

•Atatürk Araştırmacısı Yazar

                                           -----------------o-------------------

  

ATATÜRK - STALİN gerginliği!!

 Stalin'in SSCB'nin başında olduğu dönemde SSCB'nin Ankara Büyükelçisi ünlü bir diplomat olan Karakan'dı.

Sovyet devriminin yıldönümlerinden birinin sabahında (Yanılmıyorsam 1935) Stalin son derece sivri, anlamsız ve onur kırıcı bir demeç veriyordu.

Bu demecinde aynen şunları söylüyordu:

Herkes bilsin ki, Rus milleti; Boğazlar ve Ardahan'ı ele geçirme arzusundan asla vazgeçmeyecektir.

Çok yakın bir zamanda bu davamızı halletmiş olacağımızı müjdeliyorum."

Aynı gece Sovyet Büyükelçiliği'nde de ihtilalin yıldönümü kutlanıyordu.

Atatürk, gece yarısına doğru Stalin'in bu rahatsız edici demecinden rahatsız oluyor ve emrediyordu:

-Arabayı hazırlayın gidiyoruz.

-Paşamız bu saatte nereye gidecekler?

-Sovyet Elçiliği'ne...

Ekibin etekleri tutuşur.

Çünkü olayı kavrarlar.

İçlerinden birisi Gazi'ye:

-Paşa Hazretleri nasıl olur?

Protokolsüz mü?

Siz Devlet Başkanısınız, protokolsüz nasıl gidersiniz?

-Ben protokol falan dinlemiyorum çocuk.

Stalin vatanımın topraklarına göz dikmiş, sen bana protokolden söz ediyorsun.

Hazırlayın arabaları!

Ulu önderimiz ve arabalar hazırlanır.

Gazi ve ekibi Sovyet elçiliğinin kapısına dayanır.

Ulu önderimiz yüzü asık bir şekilde yukarı çıkar ve o sırada içeride büyük bir balo vardır.

Gazi kendisini karşılayan büyükelçi Karahan'ı görünce,

"Merhaba Karahan." der ve sert bir şekilde söze devam eder:

"Ajanstan öğrendiğime göre Başkanınız Stalin, Ardahan ile Boğazlar'ı istemiş, kararı katıymış.

Pek yakın bir gelecekte bu kararını uygulayacakmış.

Tam böyle söyleyip söylemediğini bilemem ama buna benzer şeyler söylemiş.

Tabii bu konuşmanın bir kopyası sende vardır.

Getir bakalım şunu da işin aslını faslını iyi anlayalım."

Gazi metnin o kısmını kelime kelime tercüme ettirir.

Konuşma ajanstan geçen metin ile aynıdır.

 Gazi sorar:

"Karahan, elçiliğin telsizinden derhal Stalin'i bulduracaksın.

Başkanın tükürdüğünü yalayacak, yalamazsa ben yapacağımı bilirim.

Bu cevap bu gece gelecek çünkü benim senin Başkanınınkinden daha önemli bir kararım var.

İstediğim cevabı almadan elçiliğinizden dışarı adım atmam.

Eğer cevap istemediğim şekilde gelirse, bil ki buradan çıkıp doğru Rus sınırına gideceğim."

Karahan çaresizlik içinde telsizin başına koşar ve Gazi'nin söylediklerini aynen nakleder.

Stalin'den gelen cevap Atatürk'ü tatmin eder çünkü cevapta aynen şöyle söylenmektedir:

"Stalin sürçü lisan eylemiştir.

Boğazlar ile Ardahan'ı almak gibi bir arzusu kesinlikle yoktur."

Gazi cevabı okuduktan sonra Rus Büyükelçisi Karahan'a hitaben:

"Karahan seni geri çağırırlar ve yaşatmazlar.

Uzun süredir tanışıyoruz, istersen bize iltica et!"

Karahan bu teklife olumsuz cevap verir ve cevabı telgraftan hemen sonra bir telgrafla geri çağırıldığını hatırlatarak:

"Teşekkür ederim.

Sizi tanımış olmam bile yeterlidir.

Yarın memleketinizdeki görevim sona eriyor.

Yarın hareket edeceğim."

Gazi fazla ısrar etmez ve Çankaya'ya geri döner.

On gün sonra şöyle bir haber gelir.

SSCB'nin eski Ankara Büyükelçisi Karahan fırında yakılmak suretiyle idam edilmiştir...

 KAYNAK 1:

Arıburnu, Kemal Atatürk'ten Anılar,

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara,1976, s. 205-208.

 KAYNAK 2:

Atatürk'ten Gençliğe Unutulmaz Anılar, Ahmet Gürel, Mayıs 2009

 Stalin de biliyor ki,

3 yıl gibi amansız bir şekilde süren Kurtuluş savaşında yedi düveli dize getiren bir Başkomutanın ve Devlet adamının hiç şakası olmaz..

Dünya Lideri olmak öyle lafla olmuyor, işte bunun gibi somut eylemlerle ve onun getirdiği gerçek itibarla olunuyor..

 Bu zor günlerde çok özleniyorsun  Ata'm...

                                                   -------------------o-------------------


ATATÜRK’ E DAİR

Bırak oğlum....!

Yok rakıcıydı....

Yok laikti.....

Yok şapkaydı falan.....

Kendin bile inanmıyorsun bunlara da.....

Senden bile zekâsız biri çıkar da inanır diye geveleyip duruyorsun.....

Ben sana anlatayım niye düşman olduğunu....;

Bir kere, adamın adı.....

"ATATÜRK...."

Türk'ün kendisinden kuyruk acın var.....

Tüyü dökülmüş uyuz it gibi.....

Adı geçse kaşınıyorsun.....

Türk lafını duydunmu alerjin azıyor.....

Kuyruk sokumun sızlıyor.....

Eeee....

Türk'ten bu denli sızı kapınca.....

Haliyle ATA'sını da sevmiyorsun.....

Sonra evladım....;

Adamın sadece adı değil.....

Safı da Türk.....

Ne güzel geçinip gidiyordunuz.....

Yedi ceddin askerlikten muaftı.....

Türk'ün üç kıtada at sırtında anası ağlarken.....

Tekkelerde miskin miskin yatıp sofu ayağına arada kaynıyordunuz.....

Kiminiz ümmet ayağına arada kaynarken.....

Kiminiz de azınlık ayağına sırtınızı bir yabancı devlete vermiştiniz.....

Onların kıyağıyla....

Vergisiz.....

Emeksiz.....

Zahmetsiz.....

Yaşıyordunuz.....

Hepinizin tekerine çomak soktu diye düşmansınız.....

Mesela Başöğretmen'di adam.....

Elinde tebeşirle tek tek, tane tane öğretiyordu.....

"YENİ NESİL SİZİN ESERİNİZ OLACAK....!"

Dedi.....

Geleceği komple öğretmenlere emanet etti.....

Kafanıza göre asıp kesiyordunuz.....

O uçmuş.....

Bu kaçmış.....

Falanca suda yürümüş.....

Falanca ateşten geçmiş.....

Nalıncı keseri gibi hep kendinize doğru yontuyordunuz.....

Türk Dil Kurumu.....

Türk Tarih Kurumu.....

Örgün öğretim.....

Zorunlu eğitim.....

Bütün façanızı bozdu.....

Bütün forsunuzu çizdi.....

Kara tahtanın başında tek tek öğretiyor.....

Lazım olunca oturup ders kitabı yazıyordu.....

Sene 2020 bak.....

Halâ okumuşun şerrinden Allah'a sığınıyorsunuz.....

Cahil halka güveninizi anlatıyorsunuz.....

Oğlum siz halâ akıllı tahtaya şapkalı harf yazamıyorsunuz.....

Tabi düşman olacaksınız.....

Başkomutandı mesela.....

Komutan lafını duyunca halâ boğazınız kuruyor.....

Tükrüğünüzü yutamıyorsunuz.....

Sizin goygoycular gibi ninja kaplumbağaya da benzemiyordu.....

Asker gibi askerdi.....

Ölüsünden bile ödünüz kopuyor.....

Arkasından ne kadar sallasanız da vakti geldimi ip gibi önünde dizilip içtima veriyorsunuz......

Herkese höt höt gürlüyorsunuz ama kendisi topraktayken bile günü geldimi defterine raporunuzu yazıyorsunuz.....

"şimdi çekilebilirsin....!"

Diyor.....

Suratınız iki karış.....

Sessizce çekiliyorsunuz.....

Yani.....

Rakı falan hikâye.....

Ondan düşmansınız.....

Kadın hakları bak.....

Nasıl düşman olmayacaksın....?

Evvelden dörder dörder seçiyordun.....

Onun da seçme hakkı çıkınca senin bütün teker kırıldı.....

Şimdi mecbur bir tane seçiyorsun.....

O işte gösterdiğin başarı da ortada.....

Yüzüne bakmamak için önden önden yürüyorsun.....

Yüzüne bakılacak olan da zaten seni seçmiyor.....

Tabi düşman olacaksın.....

Osmanlı edebiyatı yapa yapa diliniz eskidi be.....

15 sene.....

Üç kıtada o devletin askerliğini yapmış adama.....

Osmanlı edebiyatı üzerinden laf sokmaya çalışıyorsunuz.....

Yedi düvele karşı.....

"millet...."

Dedimi.....

Türk'ü eksik etmeyen adamdı.....

Siz üç tane oy korkusuna 17 senedir o millet dediğiniz şeyin adını söyleyemiyorsunuz.....

Milletin köpeğinin bile adı var.....

Sizin milletinizin adı yok.....

Tabi düşman olacaksınız....

Sizde o yürek yok....!

O....

Cezaevinden çıkıp Osmanlı'nın harbine koşmuştu.....

Siz cezaevinden çıkar çıkmaz soluğu yurtdışında alıyorsunuz.....

Osmanlı'nın savaşını O yapıyor.....

Edebiyatını siz yapıyorsunuz.....

Onu bunu.....

Ötedekini beridekini.....

Memlekette hak sahibi yapmak için.....

"Çanakkale Ruhu...."

Diye bir şey geveliyorsunuz.....

Ama.....

"Anafartalar Kahramanı....."

Türk demeden millet lafını ağzına almadığı halde.....

Sizin Çanakkale ruhunda.....

Türk'ten başka herkes var geçmişine yanayım.....

Eeee.....

Siz düşman olmayacaksınız da ben mi düşman olacağım....?

"ADAM...."

15 sene savaşın üstüne.....

Bir 15 sene de trenle memleketi dolaşıyor.....

Onun üstüne bir de zeybek oynuyor.....

Yetmiyor bir de vals.....

O da yetmiyor çiftetelli dönüyor.....

Siz askerliği kantinde yiyip.....

Özel uçakla gezdiğiniz halde.....

Düz yolda gidemiyorsunuz be kardeşim....!

Siz adım atarken benim canım sıkılıyor yeminle.....

Atı.....

Eşşeği geçtim.....

Kendi attığınız asfaltın üstünde yürürken adamın uykusunu getiriyorsunuz.....

Tabi düşman olacaksınız.....

Size laf anlatılmaz.....

Kısa keseyim ki harfler ziyan olmasın.....

Ulan.....

O'nun 12 milyon fakir nüfusla yaptıklarını satmasanız.....

80 milyondan topladığınız haraçla memleket yönetemiyorsunuz.....

Osmanlı'nın borcunu ödeyen adamı beğenmiyorsunuz.....

Ama....

2017 yılında çıkıp.....

"Bu sene çok borçlanacağız....."

Diye beyanat veren adamlarsınız.....

Bak.....

Sen bile anla diye daha açık yazıyorum....;

16 sene savaşın üstüne kurduğu ülkeyi.....

18 yıllık iktidarınızın üstüne borç almadan yönetemiyorsunuz....

Anladın....?

Rakıyı makıyı.....

Laikliği falan bırakın be kardeşim....!

Biz o düşmanlığın sebebini sizden öğrenecek değiliz....!

Biz biliriz...!

Biiiiz....!

Kemal Şahin TALAN....

Selanik Platformu Başkanı....

Saygılarımla.....

ALINTIDIR....

                                              ------------------o-----------------

ATATÜRK (ÖZEL)

 Atatürk'ün boyu 1.74, kilosu ise 75 civarıydı. 42 numara ayakkabı giyiyordu. Ayakkabıları genelde siyah rugan dı Atatürk’ün de TC kimlik numarası: 10000000146. Aslında bu, birinci sıradaki TC kimlik numarası. Sondaki 46, güvenlik amacıyla, sistem tarafından otomatik konulmuş. Atartürk’ün en sevdiği yemek, etsiz kuru fasulye ile pilavdı. Kahveyi de çok seviyordu. Günde 10-15 fincan Türk kahvesi içiyordu. Atatürk’ün tüm gömlekleri beyazdı. Takım elbiselerinin modelini kendisi çiziyordu. Lacivert rengi sevmezdi. Bu nedenle dolabında lacivertte yer yoktu. Atatürk'ün “Foks” adında bir köpeği vardı. Atatürk Foks’u Yalova kaplıcalarına gittiği bir gün, seyyar bir fotoğrafçıdan 50 liraya satın almış. Foks öldükten sonra doldurulup mumyalanmış. Halen de "Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesi"nde sergileniyor. Atatürk spor yapmayı çok severdi. Düzenli ata binerdi, yüzerdi ve bilardo oynardı. Mustafa Kemal, çok kitap okuyan biriydi. Yüzlerce kitabı vardı. Ancak en sevdiği kitap, Reşat Nuri Güneştekinin Çalı kuşu adlı romanıydı. Öyle ki, kitabı sürekli yanında taşırdı ve zaman zaman rastgele bir sayfa açıp okurdu. Atatürk 44 sayfalık bir geometri kitabı yazdı. Bugün kullandığımız üçgen, dörtgen, çap, artı, eksi, bölü, oran gibi Türkçe kelimeleri Atatürk buldu. Atatürk’ün bu kitap dışında 13 kitabı daha var. Mustafa Kemal; Medeni Bilgiler, Karlsbad Hatıraları, Bölüğün Muharebe Eğitimi gibi hem askeri hem de toplumsal konularda kitaplar yazdı. Atatürk isminde bir çiçek vardı. Rivayete göre, Atatürk çok seviyor diye bu ismi koymuşlar. Bir başka iddiaya göre ise Meksika kökenli çiçeği Türkiye’de yetiştiren bitki bilimciler çiçeğe Atatürk ismini verdi. Mustafa Kemal Atatürk, son söz olarak, “Aleykümselam” dedi. Anlatılanlara göre, Atatürk, doktoruna dikkatle baktı ve “Aleykümselam” dedi. Ardından girdiği komada 30 saat kaldı. 10 Kasım günü ise maalesef hayatını kaybetti. Atatürk'ü sevgiyle, saygıyla, minnetle anıyoruz.

                                         ----------------------o------------------

 GERÇEKTEN LİDER…

BU YAZIYI ; BÖYLE BİR LİDERE SAHİP ÜLKENİN VATANDAŞI OLMAKLA GURURLANARAK,

TEKRAR TEKRAR OKUYACAĞIM.SİZE DE TAVSİYE EDERİM.

 BU ÜLKENİN HER TÜRLÜ NİMETİNDEN YARARLANIP DA ONA VE İLKELERİNE

KARŞI OLMAK MODA DEYİMLE  GERÇEKTEN  “HAİNLİKTİR, ŞEREFSİZLİKTİR, UTANMAZLIKTIR”.

 *Atatürk`ün dünyada `başöğretmen' sıfatlı tek lider olduğunu...

* Bir geometri kitabı yazdığını...

* Üçgen, açı, dikdörtgen gibi ve 48 tane geometri teriminin (Türkçe)

isim babasının bizzat Mustafa Kemal olduğunu...

 * Norveç`de "Atatürk gibi olmak" diye bir deyim olduğunu. ''Atatürk''

çiçeği'nin adını, çiçeği bulan Wanderbit Üniversitesi

profesörlerinden doktor Kirk Landın`in koyduğunu ve bu çiçeğin tüm

dünyada bu isimle üretilip satıldığını...

 * Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her

Cumhuriyet bayramında Atina'daki; Türk büyükelçiliğine giderek,

Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu...

 *Mimber'' adında bir gazete çıkarttığını ve 52 sayı

yayımlanan gazetede ilk defa sansür kelimesi geçtiğini...

 *Kurtuluş Savaşı'nda rütbe alan bir çok kadın askerlerimizin olduğu,

dünya tarihine geçen tek bir üsteğmenimizin olduğunu,üsteğmen Kara

Fatma'nın 700 erkek, 43 kadından oluşan bir müfrezenin reisliğine

bizzat Atatürk, tarafından atanmış olduğunu...

 *Bir röportajda Birleşmiş Milletlere üye olmayı düşünüyor musunuz?'

diye sorulduğunda "Şartlarımızı koyarız, kabullerine bağlı. Biz

müracaat etmeyiz üye olmak için, davet gelirse düşünürüz" dediğini ve

bunun üzerine BM

yasasının değiştirildiğini ve üyeliğe davet edilen ilk ülkenin Türkiye

Cumhuriyeti olduğunu....

 *1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı

döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden

fazla kişiye; "Şu anda hiçbirinizi değil,büyük istidadı ile Mustafa

Kemal'i görmek için neler vermezdim" dediğini...

 *1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde;

"Allah bir ülkeye yardım etmek isterse onun elinden tutmak isterse

başına Mustafa Kemal, gibi lider getirir" denildiğini...

 *1996'da Haiti Cumhurbaşkanının ;'Bütün ömrüm boyunca Türkiye'nin lideri Mustafa Kemal

ATATÜRK'ün hayatını okuyup fikirlerini uyguladım” dediğini,

 *2000'de ABD Başkanı'nın milenyum mesajında; ''Milenyumun tek devlet adamı hiç şüphe yoktur ki;

Mustafa Kemal ATATÜRK'tür. Çünkü o yılın

değil asrın lideri olabilmeyi başarmış, tek liderdir' denildiğini.

 *2005'de Amerika'nın en ünlü ekonomistlerinden birisi olan Mr.Johns`un

önerisinin 'Türkiye ekonomiyle savaşta bir tek Atatürk'ü örnek alsın

yeter' olduğunu...

 *2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk

resimlerinin kaldırılmasının istendiğini ve iktidarın bunu birçok yerde öncelikle yerine getirdiğini...

 BİLİYOR MUYDUNUZ!!!

 

İzmir kurtulmus, çok tatlı bir yorgunluk, Ankara'ya hareket edecekler...

Trene binerler ve kompartımana çekilirler. Ertesi gün, yaveri, Atatürk'ün

kompartımanının kapısını çalar. Atatürk, yorgun, bitkin bir halde kravatını

yıkamaktadır. Yaveri: "Paşam bu ne hal, hiç uyumadınız herhalde; niye

böylesiniz" der. "Çocuk, kompartımanıma yastıkla battaniye koymayı

unutmuşsunuz, kolumu yastık yaptım ağrıdı, setremi yastık yaptım üşüdüm,

uyumadım kalktım", der.

 Yaveri: 'Aman Paşam! Birimize haber vereydiniz;

hemen size bir yastıkla battaniye getirirdik", der. Ve bir ülke kurtarmaktan

dönen komutan tarihi bir cevap verir:"Geç fark ettim, hepiniz en az benim

kadar yorgundunuz, hiç birinize kıyamadım. Önemli olan benim uyumam değil;

milletimin rahat uyumasıdır".

 ATAMIZ SAYESİNDE O KADAR RAHAT UYUYORUZ Kİ;HÃLA UYANAMADIK?...

                                      --------------------o--------------------



CEMİLE KAYAÇELEBİ’NİN ACI ANILARI (ERMENİ ZULMÜNÜN GERÇEK ŞAHİDİ)

1984 yılında 101 yaşında iken vefat eden istiklal harbi gazilerinden ninemiz Cemile Kayaçelebi'nin 1. cihan harbinde yaşadıklarını aynen kendi ifadesiyle aktarıyorum:

"Dört çocuk annesi iken 1914 yılında başlayan 1. cihan harbini müteakip 20 Mayıs 1915'te Rusların Van'ı işgal etmelerini fırsat bilen Van'daki Ermeniler burada büyük bir katliama başladılar. Bu katliamlar bir yıl kadar sürdü. Ve biz Van'dan muhacir olup çıkmak zorunda kaldık. Vanlıların bir kısmı gemilerle gittiler. Fakat gemi sahipleri, Ermeni olduklarından binlerce aileyi gemilerde öldürüp Van gölüne atıp yok ettiler.

Van'da geri kalanlar bu hadiseyi duyduklarından karayolu ile gitmeyi kararlaştırdılar. Yola çıkacağımızo gün doğum yaptım. Ve doğum yaptıktan bir saat sonra emekli komiser olan kayınpederim Mahmut Bey ile yola koyulduk. Yanımıza bir miktar yiyecek alıp ve bu yiyecekleride ineklerin sırtına yüklemek suretiyle Van'ın Edremit Nahiyesine doğru yola koyulduk. Erkekler cephede harp ettiklerinden kafilemizde sadece yaşlı, çocuk ve kadınlar vardı.

Biz Edremit Nahiyesine girerken tepelerden bir sürü silahlı Ermeni komitacıların baskınına uğradık. Komitacılar bizi koruyan 7 jandarma erini ağaçlara bağlamak suretiyle gözümüzün önünde şehit ettiler. Ondan sonra da kafiledeki tüm yaşlı erkekleri vurup öldürdüler. Koluma giren kayınpederime de ateş ettiler ve o da göğsünden vurulup düştü. Benim de omuzlarıma iki kurşun rastgelmiş kan revan içinde kalmıştım.

Bütün erkekleri öldürdükten sonra, biz kadın ve çocukları dipçiklerle vura vura tekrar Van'a getirdiler. Kafileyi parça parça bölüp ayrı yerlerde oturttular. Ve bize: "Sizi teker teker Amerikan Sefarethanesine götüreceğiz" dediler. Bizleri birer ikişer beşer onar dakika arayla alıp götürüyorlardı. Ve giden de geri gelmiyor ancak silah sesleri duyuyorduk.

Ben 4 çocuğumla en sona kalmıştım. Ermeniler geldiler 1,5-3-4 yaşındaki üç oğlumu zorla alıp götürdüler ben de müdahale edeyim derken dipçikle kafama vurdular, düştüm bayıldım kaldım. Ayıldığımda kan revan içendeydim üç çocuğumunun ölüsü başucumdaydı.

O esnada bizim Ermeni bahçevanın kambur kızı yanıma geldi bana; "Cemile abla sen burada ne oturuyorsun, çocuklarını öldürdüler şimdi gelip seni de öldürecekler kalk seni ben Amerikan Sefarethanesine götüreyim" dedi ve gizlice beni bahçelerden geçirerek Amerikan hastanesine götürdü. Hastanede birçok esirler vardı. Hastanedekilere durumumu anlattım hiç kimse ilgilenmedi bile. Lohusa olduğum için zaten çok kan kaybetmiş olduğumdan tekrar kendimi kaybettim. Gözümü açtığımda hastanede bir tahta sedirin üzerinde yatıyordum. 20 gün hastanede kaldım.

Bir gün Rus subayları geldi ve sizi Tiflis'e esir kamplarına götüreceğiz dediler. Zaten hastanedeki esirlerin çoğu yaralı olduğundan ölmüşlerdi. 150 kişiden kala kala 30 kişi kalmıştık. Bizi at arabalarına bindirip Rus muhafızların nezaretinde yola çıkardılar.

Yolculuğumuz bir hafta sürdü. Yolda giderken yine Ermeni komitacıların hücümuna uğradık, Rus muhafızlar müdahele ettilerse de yine birkaç arkadaşımızı gözlerimizin önünde öldürdüler. Böylelikle Tiflis'e vasıl olduk. Tiflis'te Kafkas Müslüman Türklerinin kurduğu Cemaat-i Hayriye adı altındaki Hamhane (yetimhane) denilen bir yere yerleştik. Burada 500'ye yakın kadın ve kız vardı. Kısa bir süre sonra beni yetimhaneye müdüre yaptılar. Ve ben orada bulunan 500 Türk-kadın ve kızına bir Türk annesine yakışır şekilde 3 yıl süreyle hizmette bulundum.

Bir gün Enver Paşa Tiflis'e gelerek yetimhaneyi ziyaret etti ve orada mütareke imzaladıktan sonra "sizleri İstanbul'a götüreceğiz" dedi. Ve bizi önce Batum'a, Batum'dan da "Gülcemal" adlı bir vapurla İstanbul'a naklettiler. İstanbul'a biz varır varmaz bizleri oradaki Türk ailelerinin yanlarına birer ikişer yerleştirdiler. Bu arada eşim Vehbi Bey de İstanbul'a gelip beni buldu. O zaman İngiliz işgali altındaki İstanbul''da eşim sivil askeri memurluk yapıyordu.

İstanbul'da 5 yıl kaldık. Harp sona ermiş barış imzalanmıştı. Ben beyimle birlikte tekrar Van'a döndüm. Fakat Van'a geldiğimde, şen bülbüllerin yuvası olan mekanımızda baykuşlar türemişti. Van yıkılmış, yakılmış ve harap bir haldeydi.

Bugün ben 100 yaşımda şunları söylüyorum: Dinimiz ve Devletimiz için bu mukaddes topraklar için canlarını veren aziz şehitlerimize Ulu Allah'tan rahmet diliyor, tarihi şan ve şereflerle dolu Kahraman Ordumuza dualar ederek Rabbimize hamdü senalar ediyorum. Allah bir daha bu güzel vatanımıza düşman ayağı bastırmasın..

-------------------o------------------

DERS ALINACAK BİR OLAY

Adamın biri anlatıyor. Ben lokantada oturmuşken telefonla konuşan bir adam birden sevinç çığlıkları atmaya başladı. Konuşmasını bitirdikten sonra garsona:

-Burada olanlara hepsine benden pilav üstü kebap ver! 18 yıl aradan baba olacağım!

Bir kaç gün sonra aynı adamı sinemaya giderken elinde 3-4 yaşında bir çocukla bilet kuyruğunda gördüm. Çocuk ona baba diyordu. Adamın yanına gidip o günkü işinin hikmetini sordum.

Adam utana sıkıla olayı anlattı.

-O gün yan masada yaşlı bir çift vardı.

Yaşlı kadın menüye baktıktan sonra eşine: 'keşke bu gün pilav üstü kebap yiyebilsek' dedi. Kocası da hanımının yanında utanarak ancak çorba alacak paralarının olduğunu söyledi. bunu duyunca üstüme kaynar su dükülür gibi oldu. Bende o yapmacık telefon konuşmasıyla onlara pilav üstü kebap almak istedim.

Ben adama:

-Peki niye herkese yemek verdin?

adam ciddileşerek:

-Ben bütün malımın gitmesine razıyım ama bir insanın izzeti nefsinin rencide olmasına razı değilim. eğer o yaşlı adama açıktan yardım etseydim hanımına karşı çok mahcup olacaktı. ondan dolayı öyle yaptım!!!

                                                  ----------------o---------------

AYASOFYA GERÇEĞİ

 AYASOFYA, İSTANBUL’un SİLAHLANDIRILMASI VE HİTLER’DEN

KORUNMASI İÇİN MÜZE HALİNE GETİRİLDİ.

BU OLAY O DÖNEMİN SİYASİ BİR MANEVRASI İDİ;

LOZAN ANTLAŞMASI İLE İSTANBUL SİLAHSIZ BÖLGE İLAN EDİLMİŞTİ VE İSTANBULDA TEK BİR TÜRK ASKERİ BULUNDURULAMIYORDU. TÜRK SİLAHLI GÜCÜ İSTANBULDA OLMADIĞI İÇİN İSTANBUL TAM OLARAK TÜRKLERİN HAKİMİYETİNDE DEĞİLDİ.

BU DURUM ÇOK TEHLİKELİYDİ. ATATÜRK YENİ BİR HAMLE İÇİN ZAMANINI BEKLEDİ VE NİHAYET 2. DÜNYA SAVAŞI BAŞLAMADAN ÖNCE HİTLER’İN VE MUSSOLİNİ’NİN İSTANBUL’U GEÇEREK RUSYA’ya SALDIRMASI ÖNGÖRÜSÜNÜ ATATÜRK SEZMİŞTİ (O DEHANIN ŞU ÖN GÖRÜSÜNE BAKIN Kİ 2. DÜNYA SAVAŞINDA GERÇEKTEN DE HİTLER RUSYA’YA SALDIRMIŞTI.)

VE ATATÜRK HAMLESİNİ YAPTI İŞTE ŞİMDİ TAM ZAMANI İDİ. YIL 1934 İDİ. TAMAM LOZAN ANTLAŞMASI İLE İSTANBUL TÜRKLERE AİT OLDU AMA ANTLAŞMAYA GÖRE TÜRK ORDUSUNUN İSTANBUL’DA BULUNMASI YASAKLANMIŞTI.

İŞTE BU KONU ATATÜRK’ÜN CANINI SIKIYORDU. İSTANBUL TÜRKİYE TOPRAĞIYDI AMA TÜRK ORDUSUNUN ORAYA GİRMESİ YASAKTI VE İSTANBUL KORUNMASIZ BİR HALDE İDİ.

ATATÜRK İSTANBUL’A TÜRK ORDUSUNUN GİRİP TAM EGEMENLİK SAĞLAMAK İÇİN BİR ANTLAŞMA YAPMAK İSTİYORDU Kİ ALMANYA’NIN HİTLER TEHDİNİNİ ÇOK BÜYÜK BİR FIRSAT GÖREREK HAMLESİNİ BAŞLATTI. BU ANLAŞMA İLE LOZAN ANTLAŞMASINA İLAVE MADDE OLACAKTI. BU ANTLAŞMANIN ADI MONTRÖ ANTLAŞMASIDIR.

HİTLER TEHDİDİNİN SEKİZ YIL ÖNCEDEN FARKINDA OLAN ATATÜRK İSTANBUL’UN STRATEJİK ÖNEMİNİ RUSYAYA BİLDİRDİ VE RUSLAR HİTLER’İN GELECEKTEKİ TEHDİDİNE ÖNLEM ALMAK İÇİN ATATÜRK’E TAM DESTEK VERDİ.

AYNI ZAMANDA HİTLER TEHDİDİNDEN KORKAN AVRUPA ÜLKELERİNİN DE İKNA EDİLMESİ GEREKİYORDU. AVRUPA DEVLETLERİNİ DE BU ANTLAŞMAYA ÇEKMEK İÇİN ORTODOKS DİNİNE MENSUP OLAN ÜLKELERİ YEMLEMEK GEREKİYORDU. ÇÜNKÜ AYASOFYA FATİH  SULTAN MEHMET’İN FETHİNDEN ÖNCE BİR ORTODOKS KİLİSESİ İDİ. VE ATATÜRK BÜYÜK OYUNUNU OYNADI; AYASOFYAYI MÜZE HALİNE GETİRTEREK ORTODOKS CEMATİNİN DE SEMPATİSİNİ KAZANIP ORTODOKS CEMAATİNİN DE TAM DESTEĞİNİ ALDI VE MONTRÖ ANTLAŞMASINI GERÇEKLEŞTİREREK BÜYÜK BİR BAŞARI SAĞLADI. İŞTE O GÜN İSTANBUL TÜRK ASKERLERİ İLE DOLDU.

MÖNTRÖ ANTLAŞMASI İLE İSTANBUL TAM OLARAK TÜRKLERİN ELİNE GEÇMİŞTİR.

YANİ AYASOFYA’NIN MÜZEYE DÖNDÜRÜLMESİNİN KRİTİK SEBEBİ İSTANBUL’UN SİLAHLANMASI İÇİN ORTODOKSLARA KARŞI KURULMUŞ OLAN İNCE BİR SİYASİ OYUNDUR. BU BİR FETİHTİR, BU BİR ZAFERDİR. BU AKLIN GÜCÜDÜR.

MÖNTRÖ ANTLAŞMASI ATATÜRK’ÜN EN BÜYÜK BAŞARILARINDAN SADECE BİRİDİR.

ATATÜRK İSTANBUL’U FETH EDEN İKİNCİ FATİH’TİR.                                 

İŞTE İSTANBUL FETHİ BÖYLE YAPILIR.

HARİÇTEN GAZEL OKUYARAK İSTANBUL FATİHİ OLUNMAZ.

PROF. DR. ZEKİ PALALI

                                           -------------------o----------------

BEKİR COŞKUN YAZDI

ŞanlıUrfa'lı Alevi olmayan Alevi aşığı yazar Rahmetli Bekir Coşkun'un bir yazısı..

 Aleviler'i çek al, Türkiye yarım kalır…

Sazın olmaz, zurna ile söylersin Türkünü…

*

Aleviler'i çek al…

Kilimindeki renk gider…

Kemal Sunal ile kahkahan,

Yılmaz Güney ile isyanın biter…

Pir Sultan'ı, Yunus'u, Fuzuli'yi, Kul Himmet'i, Aşık Veysel'i, Mahsuni Şerif'i çıkart, bak Anadolu'dan geriye ne kalır?..

Mevana'yı çek al, ha Haymana,

ha Konya…

*

Aleviler laik, çağdaş Türkiye'yi isterler…

Aydınlık yüzümüzdür Aleviler…

*

Aleviler; 20 milyondur…

Aleviler; aydındır…

Aleviler; iyi vatandaşlardır…

Aleviler; okuyan, anlayan, bilen, dinleyen, bakan, gören, düşünen insanlardır…

Aleviler; çalışkandır…

Aleviler; her zaman çağdaşlıktan yana oldular…

Aleviler; inançlarında samimi oldukları için kimliklerini asırlardır acı çeke çeke, can vere vere koruyabildiler…

*

Aleviler; tarihin en kanlı hesabını sorarken bile, sadece kendi dizlerine vurdular…

Aleviler; “incinsen de incitme” dediler…

Aleviler; kavga istemezler…

Aleviler; ellerine silah almazlar…

*

Aleviler; yaşama ve doğaya saygılıdır…

Aleviler; Allah'ın yarattığı tüm canlıları sevdiler…

Aleviler; kadını ikinci sınıf vatandaş sayarak, bir mal gibi görerek, ona şüpheyle bakarak, insan yerine koymayarak, kapalı kapıların arkasına hapsetmediler…

Aleviler; kadına güvendiler…

Aleviler; yobaz değildir…

Aleviler; saz çalarlar…

Aleviler; dans ederler…

Aleviler; ozanları, şairleri, sanatçıları yakmazlar… Edebiyatçıları kovmazlar… Düşünceyi cezalandırmazlar… Aydınları, topluma ışık tutanları vurmazlar…

*

Aleviler; “el, dil, bel sağlamlığı” isterler…

Aleviler; çağdaş dünyanın reddettiği, akıl dışı ahmaklıklara, hurafelere, inanç adına yalanlara kanmazlar…

*

Aleviler; Türkiye'nin aydınlanma sürecine ihanet etmediler…

Aleviler; barışçıdır…

Aleviler; hoşgörülüdür…

Aleviler; candır…

Aleviler; vefalıdır…

Aleviler; dürüsttür…

Aleviler; yüreklidir…

Aleviler; yiğittir…

                                                ----------------------o---------------------

GERÇEK MUTLULUK

Hintli milyarder Ratan Tata'ya radyo sunucusu tarafından bir telefon görüşmesinde sorulduğunda: "Efendim, hayatta en mutlu olduğunuz anı ne olarak hatırlıyorsunuz?"

 Ratan Tata dedi ki:

  "Hayatta mutluluğun dört aşamasından geçtim ve sonunda gerçek mutluluğun anlamını anladım. 

İlk aşama zenginlik ve kaynak biriktirmekti. Ama bu aşamada istediğim mutluluğu elde edemedim. Ardından değerli eşyaların  toplanması olan ikinci aşaması geldi.

 Ama bunun etkisinin de geçici olduğunu ve değerli şeylerin parıltısının uzun sürmediğini fark ettim. Ardından büyük bir proje alma olan üçüncü aşaması geldi. 

 O zaman Hindistan ve Afrika'daki dizel yataklarının %95'ine sahiptim. Ayrıca Hindistan ve Asya'daki en büyük çelik fabrikasının sahibiydim. Ama burada da  hayal ettiğim mutluluğu elde edemedim.

 Dördüncü adım, bir arkadaşımın benden bazı engelli çocuklar için tekerlekli sandalye almamı istemesiydi. Yaklaşık 200 çocuk. Arkadaşımın tavsiyesiyle hemen tekerlekli sandalyeleri aldım. Ama arkadaşım onunla gitmem ve tekerlekli sandalyeleri çocuklara vermem konusunda ısrar etti.  Bende hazırlanıp onunla gittim. Orada bu çocuklara tekerlekli sandalyeleri kendi ellerimle verdim.  Bu çocukların yüzlerinde garip bir mutluluk parıltısı gördüm.  Hepsini tekerlekli sandalyede otururken, dolaşırken ve eğlenirken gördüm. Kazanan bir hediyeyi paylaştıkları bir piknik yerine ulaşmış gibiydiler.  

Gerçek mutluluğu içimde hissettim.Ayrılmaya karar verdiğimde çocuklardan biri bacağımdan tuttu. Bacaklarımı yavaşça kurtarmaya çalıştım ama çocuk yüzüme baktı ve bacaklarımı sıkıca tuttu.  Eğilip çocuğa sordum: Başka bir şeye ihtiyacın var mı? Bu çocuğun verdiği cevap beni sadece şok etmekle kalmadı, hayata bakışımı da tamamen değiştirdi.

  Bu çocuk dedi ki:

 "Yüzünü hatırlamak istiyorum ki cennette buluştuğumda seni tanıyıp bir kez daha teşekkür edebileyim!..

                                         ---------------------o-----------------------             

 AZ KURU

Üniversite 1. sınıftaydı. Ekonomik durumu iyi değildi. Ailesi elinden geleni yapsa da yeteri kadar para gönderemiyordu. Mühendislik okuyordu. Çok acıktı, Çarşıda bir lokantaya girdi;

- "Az kuru alabilir miyim? “ dedi. Elindeki parayı tedbirli harcamak zorundaydı. Lokantacı halini anladı. Ağzına kadar dolu bir tabak kuru, bir de pilav getirdi. Parasına gelince, sadece az kuru parası aldı. Talebe hergün “az" dedi; lokantacı çoook verdi. Yıllar geçti, okul bitti. Yıllar daha da geçti. Talebe işi gücü yerinde zengin bir mühendis oldu.

Aklına bir gün "az kuru" geldi. Atladı okuduğu şehre gitti. Çarşıda lokantanın olduğu yere geldiğinde Baktı ki lokanta yok. Hemen esnafa sordu:

- "Buradaki lokanta nerede, sahibi nerede?“ Esnaf,

- “Lokanta kapandı, amca da az aşağıda oturuyor.” dedi. Tarif ettiler. Talebe gitti evi buldu. Kapıyı çaldı. Amca kapıyı açtı.

-"Buyurun”

- “Amca ben yıllar evvel burada okudum. Hep az istedim, sen çook verirdin. Amca talebeyi hatırlamadı. O her talebeye öyle yapardı.

- "Hatırlamadım oğlum, yıllar oldu." dedi. Talebe,

- "Burada oturuyorsun galiba, ev senin mi amca dedi?" Amca,

- "Yok oğlum kira, hanım ben idare ediyoruz." dedi. Talebe,

- “Peki” dedi ve;

Gitti ev sahibini buldu. Evi satın alacak kadar zengindi ve alıp amcaya verdi. Üstüne hatırı sayılır bir miktar para da bıraktı. Amca,

- “Aman oğlum ne yaptın? Ne gerek vardı bu kadarına?” dedi. Talebe;

- “Amca, senin az kurun olmasaydı ben aç yatar, aç kalkardım. Belki okulu bile bitiremezdim. Şimdi öyle zenginim ki! İnan benim sana verdiğim, senin bana verdiğinden daha değersiz. Sen hakkını helal et o bana yeter.”

Sarıldılar, ağladılar.

İŞTE BİR İNSANLIK ÖRNEĞİ

                                                       ----------------------0------------------------

                                               Sevgili dostlarım şu alıntı yazıda ise bir dünya yıldızı olan ünlü aktör                                                       Russel CROWE ' un Türkiye ve Türklere kakışını okuyacaksınız...                                   

TÜRK İSTİKLAL HAREKETİ!

TÜRK’ÜN TÜRK’E DÜŞMANLIĞI!
Adı, Russell Crowe…
7 Nisan 1964 Wellington, Yeni Zelanda doğumlu.
“Gladyatör” filmiyle Oscar aldı. Altın Küre ve Bafta ödüllerini de kazandı.
Tanıyorsunuz; dünyaca tanınmış bir aktör…
İlk yönetmenlik denemesinde bizden bir hikaye anlattı: Son Umut…
Filminde; aynı zamanda başrol oynadı; Çanakkale Savaşı’nda kaybolan üç oğlunu aramak için Anadolu‘ya gelen Yeni Zelandalı çiftçi bir babanın hikayesini konu etti.
Filme gittim. Şaşırdım…
Russell Crowe gibi bir dünya yıldızı, ülkesinin hikayesini anlatırken bizim Kurtuluş Savaşı’mızla ilgili şu tespitlerde bulunuyordu:
- İngilizler işgalcidir.
– Yunanlılar katliamcıdır.
– Mustafa Kemal Türkiye’nin geleceğidir.
Kuvayı Milliye’ye katılmak için Ankara’ya giden Binbaşı Hasan’ın gözlerindeki ateş ile sözlerindeki umut yanaklarımı ıslattı.
Belki ben görmemişimdir, bilemiyorum; ilk kez bir yabancı filmde bizim insanlarımız iyi-güzel-haklı gösteriliyordu.
Bir haftadır film üzerine düşünüyorum.
İstedim ki filmle ilgili bir değerlendirme yazısı okuyayım. Yok. Bulamadım.
Filmden önce neler neler yazılmıştı; tabii çoğu magazin olan.
Film vizyona girdi; medyadan ses kesildi.
Anladım; Russell Crowe büyük hata yapmıştı; Türkleri aşağılasa idi, medyada ne çok haber olurdu. Hayır, dış basını değil bizim medyadan bahsediyorum.
Hiç yazılmadı değil; “Son Umut”un gişesinin kötü olduğu, Avustralya’da bile seyredilmediği gibi yalan haberler yaptılar!
Fatih Akın’ın, Türkleri “Ermeni soykırımcısı” olarak gösterdiği “Kesik” filmiyle ilgili yazıları bizim medyada (ki kimi gazetelerde manşet bile oldu) okudukça şunu sordum; “Türkler, neden Türklere bu derece düşman!”
...(devamı var)
"Bir ulusun, ulusal bilincini, ulusal duygusunu ve reflekslerini nasıl yok edersiniz? Bunun denenmiş, sınanmış bir yöntemi vardır: O ulusun tarihsel varlığını sorgulamaya açarsınız! Yani o ulusun tarihini yeniden tartışırsınız. Mesela, Türkler kendilerini kahraman bir ulus olarak mı görüyorlar? Onlara ne kadar korkak bir ulus olduklarını göstermek gerekir! Ya da Türkler Atatürk’ü çok mu yüceltiyorlar? Onlara Atatürk‘ün ne kadar sıradan birisi olduğunu göstermeye çalışırlar.
Farkındaysanız son on yıldır böylesi bir dönemden geçiyoruz…
İşte psikolojik harp budur arkadaşlar…”
Evet… Bu sözlerin yazarı(Prof. Dr. Kerem Doksat…) sosyal medyada en çok saldırıya uğrayan.. (devamı var)
“Son Umut” filmindeki Binbaşı Hasan’ın…
Sorbonne Üniversitesi öğrencisi Hasan Tahsin’in mücadele ruhunu taşımıyorsanız daha çok ağlarsınız!"

Soner YALÇIN’ dan alıntıdır.     

                                                                   -------------------o-----------------   

Sizlere sabırla okumanız dileğiyle siyasi bir anekdot aktarıyorum.

 ALINTIDIR..

Sanki içimizi okuyup kaleme alınmış, bilerek yazılmış  acılar acısı gerçeklere işaret eden bir yazı olması nedeniyle burada dostlarımıza paylaşıma  konulmuştur.

*

Vecdet Öz, esnaf bir ailenin çocuğu olarak Samsun'un Çarşamba ilçesinde dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini burada tamamladı. İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi'nde yüksek lisans tahsili gören Öz, doktorasını aynı üniversitenin Adli Tıp Enstitüsü'nde tamamlamıştır.

BUGÜNE KADAR AKP KONUSUNDA OKUDUĞUM EN KISA, ÖZ, AÇIK, SEÇİK VE NET MAKALEDİR..!*

Yorum ve bilgilerinize sunulur.

ADALET PARTİSİ GENEL BAŞKANI Doktor Vecdet ÖZ'ün Yazdıklarına bakar mısınız.? 

Değerli Dostlarım,

20 yıldır yaşananları olağan bir siyasi süreç olarak kabul ederseniz çok yanılırsınız..

İktidarın planlı ve kasıtlı icraatlarını klasik bir muhalefet anlayışıyla basit bir siyasi beceriksizlik, yandaşa rant sağlama ve irtikap mantığı içinde açıklamak, gözü açılmamış siyasi bir saflık ve budalalıktır...

AKP, alıştığımız manada bir siyasi parti değil bilakis ihvancı geleneğin temsilcisi olan, marjinal içgüdüsel reflekslere sahip Cumhuriyetin düşmanı bir partidir.!

Hatta parti ifadesinin ötesinde içeriği ve faaliyetleri itibarıyla her şeyi göze almış bir siyasal İslam örgütüdür..

Bu yapı dış destekli bir proje ile iktidarı ele geçirdiği günden itibaren Cumhuriyet Türkiye’sini yönetilecek değil darülharp mantığı içinde fethedilecek bir ülke olarak görmüştür.!

T.C. bu örgütsel yapının nezdinde her zaman kafirler tarafından kurulmuş ve yıkılması gereken bir küffar devlettir.!

Mevcut yapıyla geçmişten illiyet bağı bulunan ve Almanya’da devlet destekli örgütlenmiş olan kara sesin de ifade ettiği gibi Baş Kafir ise maketini sembolik olarak idam ettikleri Mustafa Kemal Atatürk’tür.!

Bu yüzden kafir ülkesi kabul ettikleri T.C. Devleti’nin malını, mülkünü yemek, banka faizini almak, talan etmek, içini boşaltmak uyguladıkları darülharp nedeniyle hak ve helaldir.!

Onlar yıllardır bu ülke ve laik toplumla hep savaş halinde oldular ve bunun için de çaldıklarını hırsızlık malı değil hep ganimet olarak gördüler.!

Yok ettikleri milletin hazinesi değil küffarın kasası oldu.!

Aynı zamanda küffar kabul ettikleri laik toplumun iffeti, namusu, kızları da malı gibi haktı, helaldi.!

Şimdi anladınız mı;

Onca malın, mülkün haraç, mezat satılmasını.!

Hazinenin tamtakır boşaltılmasını.!

Her türlü milli servetin iç edilip ganimet misali paylaşılmasını.!

Milletin malıyla büyük bir ihtişam ve saltanat içinde yaşam sürme nedenlerini.!

Buna rağmen milletin ve evlatlarının sefalete terk edilip borç batağındai yaşatılmasını ve bundan da büyük bir zevk alıyor olmalarını.!

Sübyanların ırzına geçilip çocuk yaşta hoca nikahı kıyılmasını.!

Alay edercesine akıl dışı garip açıklamalar yapılmasını.!

Tüm ekonomik kuralların yok sayılmasını.!

T.C. ibarelerinin parçalarcasına sökülmesini.!

Milli bayramları kutlanmama girişimlerini ve garip bahaneleri.!

Haddini aşan keşke Yunan kazansaydı söyleminin nedenini.!

Hain cenazelerine yapılan devlet törenlerini ve tabutlarına omuz vermelerini.!

Devlet dairelerinde Atatürk posterlerinin baş aşağı asılma nedenlerini.!

Türk’ün destanı Ergenekon’a kara çalma girişimlerini.!

Onca generali tutuklayıp büyük bir zevkle rütbelerini sökmelerini.!

TSK’yı ve bağlı tüm askeri kurumları tahrip etmelerini.!

Türk bayrağının üzerinde bağdaş kurup değersizleştirmelerini.!

İstiklal Marşı’nda ayağa kalkmamalarını.!

Andımıza karşı olmalarını ve ısrarla yasaklattırmalarını.!

Türklük ifadesine olan düşmanlığın nedenini.!

Atatürk’e ve kahramanlara yapılan onca hakaret ve saygısızlıkları.!

Şehide kelle askere tane demelerini.!

Askerimizin başına çuval geçirildiği gün alaycı sözlerini ve tebessümlü yüz ifadelerini.!

Sürekli olarak anayasanın ilk dört maddesini hedef almalarını.!

Demografik yapıyı tahrip etmek ve ihvancı yapıya uygun yeni bir toplum inşa etmek için adeta bir kavimler göçüne dönüştürülmüş milyonlarca sığınmacının ülkeye girmesine göz yummalarının ve vatandaşlık vermeye başlamalarının nedenini.!

Her türlü itiraza rağmen pişkin ve soğukkanlı tutumlarını.!

Kayıp silahların çözülmeyen akıbetini.!

Kendi yandaşlarına verilen aşırı silah ruhsatlarının nedenini.!

Muhalefet edenlerin havadan sudan sebeplerle tutuklanmalarını.!

Bir korku imparatorluğunun kurulmuş olmasını.!

Medyadaki yoğun algı yönetiminin sebebini.!

Daha yazacağım çok şey var lakin sizleri yormayayım..

Zannediyor musunuz ki yıllarca sarf ettikleri böylesi bir çabayı bir anda yok kabul ederler ve sıradan bir seçimle sessiz sedasız çekip giderler.!

Öyleyse çok safsınız.!

AKP bu ülkede kaybedeceği hiçbir seçimi  y a p t ı r m a z !

*2023 bunlar ve dolayısıyla hamileri için bir rövanş tarihidir, parantez olarak kabul ettikleri bir dönemin 100. yıl seneyi devriyesinde kapanacağı kin ve intikam günüdür.!

Mevcut muhalefet ve sıradan söylemler bunlara vız gelir.!

Yukarıda ifade ettiğim gibi finale çok az kaldı.!

Artık uyanma ve Atatürk çizgisindeki tüm muhalefet partilerinin, sivil toplum örgütlerinin ve toplumun milli bir ruh içinde tek parça olma vaktidir.!

Bu bir müdafaa-i hukuk mücadelesidir...

Yoksa geçmiş olsun Türkiye’m...

Dr. Vecdet ÖZ

                                                  -----------------o-------------------

KANSER ve İLACI

 Prof. Dr. A. Vural Cengiz

Gurbetteki Bilim Adamları Derneği Başkanı. ABD.

2018 yılında Amerika ve Japonya’dan iki bilim adamı, “immüno-onkoloji” olarak adlandırılan yeni bir onkoloji tedavi yöntemi için tıpta Nobel Ödülü aldılar.

Bu, yakın bir gelecekte korkunç kanser hastalığının, evde nezle gibi tedavi edilebileceği anlamına geliyor! Bu, bir zamanlar tedavi edilemeyen ve bir çok kişinin korkunç acılar içinde ölümüne sebep olan iskorbüt hastalığı gibidir. İskorbüt tedavi edilemiyordu ve her hangi bir ilacı yoktu, ancak daha sonra , bu hastalığa C vitamini eksikliğinin yol açtığı ortaya çıkmıştı. Bugün iskorbüt hastalığına hiç kimse yakalanmıyor. Öyle görünüyor ki, korkunç ve ölümcül bir hastalık olan “kanseri” de aynı kader bekliyor. Kanserin  nedeni, işlenmiş gıdaların kullanımı ve vitamin eksikliğidir.

İnsanların bunu önceden bildiği, fakat kar etme tutkusundan dolayı sessiz kaldığı düşünülünce dehşete kapılmamak mümkün değil. Bu gün, aldığım bilgiye karşı farklı tutum gösterilebilir, ancak ben sadece sizinle paylaşmak istedim:

Unutmayın : “Kanser” denen bir hastalık yoktur. Kanser, sadece B17 vitamini eksikliğinden başka bir şey değildir.

🔸 Ağır yan etkileri olan kemoterapi, ilaç tedavisi ve ameliyatı kabul etmeyin!

 🔸 Eski zamanlarda denizcilerin iskorbüt hastalığından müzdarip olduklarını hatırlayın, bir çok kişi bu hastalıktan ölüyordu! Bazı kişiler de bundan sürekli kazanç elde ediyordu.

 Daha sonra ise iskorbütün sadece C vitamini eksikliğinden kaynaklandığı ortaya çıktı. Yani bu bir hastalık değildi!

 🔸 Kanser de aynı şey. Sömürgeciler ve insanlığın düşmanları tam bir kanser endüstrisi inşa ettiler ve çok büyük paralar kazanıyorlar.

 🔸 Onkoloji endüstrisi II. Dünya Savaşından sonra büyümeye başladı. Kanserle mücadele etmek için her hangi  bir prosedüre, tedavi kürlerine ve masraflara gerek yok! Bunların hepsi, sömürgecilerin ceplerini doldurmak içindir, çünkü kanser tedavisi uzun zaman önce bulunmuştur.

 🔸 Kanserin önlenmesi ve tedavisi hakkında bilmemiz gerekenler:

 Kanser sadece B17 vitaminin eksikliği olduğundan, her gün 15-20 kayısı çekirdeği tüketmemiz yeterli olur.

🔸 Buğday filizi (tomurcukları) yiyin.

 🔸 Buğday filizi müthiş bir kanser ilacıdır. Bu, tüm kanser önleyici maddelerin en güçlüsü olan sıvı oksijenin ve laetril’in en iyi kaynağıdır. Bu madde, B 17 vitaminin (amigdalin’in) özüdür ve elma çekirdeklerinde bulunur.

“Kanserin Ölümü” adlı kitabında Doktor Harold Manner, letril’in etkisinin kanser tedavisinde  % 90’ın üzerinde olduğunu yazmıştır!

 🔸 Amygdalin (B 17 Vitaminin) kaynakları:

 🔸 Tohum veya meyve tohumları doğadaki B 17 vitamininin konsantrasyon halidir. Bu, elma, kayısı, şeftali, armut ve kuru erik çekirdeklerini kapsıyor.

Fasulye filizi, mercimek filizi, lima fasülyesi ve bezelye gibi baklagiller ve tahıllar.

 🔸 Acı badem (doğada en zengin B 17 vitamini kaynağı) ve Hint bademi.

 🔸 Her türlü dut, yabanmersini, ahududu ve çilek.

 🔸 Susam ve keten tohumu.

 🔸 Yulaf, arpa, kahverengi pirinç, buğday, darı, keten ve çavdar.

Bu Vitamin ayrıca mayada, ham pirinçte ve balkabağında bulunur.

 🔸 Kanser karşıtı ürünlerin listesi  :

Kayısılar (çekirdekler). Diğer meyvelerin çekirdekleri / tohumları:

 

1. Elma.      2. Vişne.     3. Şeftali.     4. Kültür eriği.      5. Erik.      6. Armut.        7. Lima fasülyesi.

 Bulaşık deterjanın ve sıvı sabunun parçacıklarının vücuda girmesi, kanserin başlamasının ana nedenidir.

 🔸 Bulaşıkları ne kadar iyi durulasanız durulayın, ufak bir deterjan parçası bulaşıkların üzerinde kalır ve vücudunuza girer.

 🔸 Bu zararlı maddeleri tamamen hayatınızdan çıkartmak istemiyorsanız, bunun da basit bir çözümü var.

 🔸 Bulaşık deterjanını (ve sıvı sabunu) sirke ile 50: 50 oranında karıştırın. İşte bu kadar!

 Artık asla kansere yakalanmayacaksınız!

 Dondurulmuş limonlar - kansere çaredir

 Bunu bilmiyor muydunuz?

Restoranlar ve kafelerdeki birçok uzman, tüm limonları kullanır veya tüketir ve hiçbir şeyi boşa harcamazlar.

Bütün limonu israf etmeden nasıl mı kullanabiliriz?

Son derece basit!

Yıkanmış limonu buzdolabınızın dondurucusuna koyun. Limon dondurulduktan sonra rendeyi alın, tüm limonu rendeleyin (kabuğunu soymadan) ve yemeklerin üzerine serpin.

 Limonu sebze salatalarına, dondurmaya, çorbalara, pilav ve bulgura, makarnaya, spagettiye, pirince, suşiye, balık yemeklerine vs… katın. Bu liste sonsuza kadar devam edebilir.

 Tüm yemekler beklenmedik bir şekilde, daha önce hiç tatmadığınız lezzetli bir tada sahip olacak. Genellikle limon denince, sadece limon suyu ve C vitamini akla geliyor.  Şimdi  Limonun Sırrını öğrendiğinize göre, limonu, bir bardak hazır erişte çorbasında bile kullanabilirsiniz.

 Kabuğu atmayı önlemenin ve yemeklere yeni bir lezzet katmanın haricinde bütün limon kullanmanın temel avantajı nedir? Limon kabuğu limon suyundan 5-10 kat daha fazla vitamin içerir. Ve siz genellikle kabuğu atıyorsunuz. Ancak şimdi, basit bir şekilde tüm limonun dondurulması ve ardından yemeklerin üzerine serpilmesi işleminin ardından tüm bu besin maddelerini tüketebilir ve daha sağlıklı olabilirsiniz. Limon kabuğu, vücuttaki toksik elementlerin yok edilmesinde güçlü bir indirgeyici ajandır. Yıkanan limonu dondurucuya koyun ve ardından her gün yemeklerin üzerine rendeleyin. Bu, yiyeceklerinizi daha lezzetli, hayatınızı daha sağlıklı ve daha uzun hale getirmenin anahtarıdır! Bu Limonun muhteşem Sırrıdır! Limon (Citrus), kanser hücrelerini öldüren harika bir üründür. Ayrıca kemoterapiden 10.000 kat daha güçlüdür.Böylece, limon kabuğunun hoş aromasının yanı sıra, limon suyundan 10 kat daha fazla vitamin içerdiği ve vücuttaki toksik elementlerle savaşmaya yardımcı olduğu ortaya çıkmıştır. Fakat en önemlisi, limon kanser hücrelerini öldürmektedir.

Neden biz bunu bilmiyoruz? Çünkü büyük şirketler, onlara inanılmaz karlar getiren sentetik analogların üretimi ile ilgileniyorlar. Gelirlerini tehlikeye atmamak için, limonun mucizevi özelliklerini gizli tutuyorlar.

Limon ağacının bileşenleri, kanser hücrelerinin büyümesini yavaşlatmak için yaygın olarak kemoterapide kullanılan Adriamycin’den 10.000 kez üstündür. Ve en önemlisi, limon özü ile yapılan terapi sadece kötü huylu hücreleri yok eder.

 Yan etkisi olmadığı için limonları dondurun, rendeleyin ve sağlık için tüketin!

 Bu bilgilerin kaynağı heyecan vericidir. Bu bilgiyi, 1970’ten bu yana 20’den fazla laboratuvar testinin yapıldığını ve basit limonun, kolon, meme, prostat, akciğer ve pankreas kanseri gibi 12 türdeki kanser hücresini öldürdüğünü söyleyen, dünyanın en büyük ilaç üreticilerinden biri verdi…

 Ve daha da şaşırtıcı olan, limon özü ile yapılan tedavi türü, yalnızca malign kanser hücrelerini yok eder ve sağlıklı hücreleri etkilemez.

                                                      --------------------o-------------------


CAUCASUS  (ABD'DE YAYIMLANAN BİR DERGİ)

1951'de Amerika'da yayımlanan Caucasus dergisinde "Hayret verici siyasi kehanetler" başlığı altında bir yazı yayımlanıyor.

Bu yazı Atatürk'le General McArthur arasında 1932 yılında yapılmış olan bir konuşmayı naklediyor. Generalin sorusu üzerine Atatürk, yakın gelecekteki savaş ihtimalleri üzerine şu tahlil ve tahminlerde bulunuyor:

"Almanya, kısa sürede büyük bir ordu meydana getirebilecek ve İngiltere ile Rusya hariç, bütün Avrupa'yı işgal edebilecek yetenektedir. Savaşın patlaması 1940-1945'ten daha sonraya kalmayacaktır. Fransa büyük bir askeri güç oluşturma yeteneğini kaybetmiştir. İngiltere artık, adalarının savunması bakımından Fransa'yı hesaba katamaz. İtalya Mussolini'nin yönetiminde şüphesiz önemli ölçüde yükselmiş ve ilerlemiştir. Mussolini, gelecek savaşa katılmaktan kaçınırsa, İtalya'nın dış görünüşündeki büyüklüğün yarattığı tehditten yararlanarak, barış konferansı masasında ana rollerden birini oynayabilir. Ama, korkarım ki, İtalya'nın bugünkü şefi, bir Sezar rolü oynamanın cazibesine dayanamayacak ve İtalya'nın bir askeri güç olma yeteneğinden uzak olduğu gerçeğini hemen ortaya koyacaktır. Amerika, tıpkı geçen savaşta olduğu gibi, tarafsız kalamayacak ve Almanya, Amerika'nın savaşa katılması sonucu yenilecektir. (...) Avrupa'da patlayacak savaşta, zafer kazanacak olan İngiltere, Fransa ve Almanya değil, fakat, Bolşevik Rusya olacaktır." (Cemal Erginsoy, Atatürk'ü Araştırma Merkezi Dergisi, sayı 2, s. 538.)

Amerikan dergisi, bu konuşmayı "hayret verici kehanet" olarak vasıflandırıyor. Sonradan gelişen olayların, bu yorumları 'yüzde yüz' oranında doğrulamış olması karşısında, dergi, daha başka nasıl bir niteleme yapabilirdi?

Arnold Toynnbee diyor ki:

"Bir an için tahayyül ediniz ki: Batı dünyasındaki rönesans, reformasyon, bilim ve düşünce ihtilali, Fransız inkılabı ve sanayi devrimini, Atatürk, bir insan ömrüne sığdırmıştır." (s.559)

Prof.Dr. Herbert Melzig diyor ki:

"Büyük Yunan filozofu Platon'un, 'Krallar filozof olsa ve filozoflar kralların tahtında otursaydı...' şeklindeki dileği, iki bin yıllık tarihte gerçekleşmedi. Halbuki, 20. yüzyılda ilk defa olarak Atatürk'ün şahsında Platon'un istediği gibi kelimenin tam anlamıyla bunu görmekteyiz. O, dâhi bir fikir adamı olarak bir milletin, yani Türk milletinin mukadderatını ele almış ve bu milletiyle atıldığı Kurtuluş Savaşı, bu milletin medeni durumunu değiştirmiş bir inkılap ve diğer milletlerin haklarını da koruyan barış ile insanlığa muhteşem bir örnek vermiştir.


ADALET TEYZE

Yaşlı kadın yatağından kalktı.
Sabah ezanının insan ruhuna huzur veren sesi oda içinde yankılanıyordu.
88 yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle pencereye doğru yöneldi. Pencereyi açması ile birlikte odaya ezan sesi ile birlikte baharın güzel kokusu ve kuş cıvıltıları doluştu.
Penceresinden gözüken Kurtuluş Parkına bakarak yaşlı ciğerlerine sabahın ılık esintisi ile doldurdu. Abdestini aldı, sabah namazını kıldı. Mutfağa yöneldi. Çayla birlikte bir iki lokma bir şeyler atıştırdı.
Oturma odasına yöneldi. Eski bir fiskos masasının yanındaki koltuğuna ilişti.
Masanın üstü çerçeveler ile doluydu. Bir tanesine uzandı, camının üzerinde titreyen parmaklarını dolaştırdı. Çerçevenin içindeki fotoğrafta İstiklal madalyalı kara yağız bir adamla, makyajsız olmasına rağmen güzelliği göz alan bir kadın birbirlerine bakarak gülümsüyorlardı.

Yaşlı kadın ‘Günaydın Anne, Günaydın Baba’ dedi. Usulca yerine koyduğu çerçeveye bir bakış daha attıktan sonra başka bir çerçeveyi eline aldı.
Bu siyah beyaz fotoğrafta da subay üniformalı bir adamla bir gelin yan yana duruyorlardı. Yaşlı kadın çerçeveyi titreyen dudaklarla öptü. ‘Günaydın Kocacığım’ dedi. Kadın bu çerçeveyi de bıraktıktan sonra üçüncü ve son çerçeveye uzandı.
Artık gözlerinden yaş damlıyordu. Fotoğraftaki biri erkek diğeri kız çocuklara bakıp ‘Günaydın Evlatlarım’ dedi. Tüm çerçevelere kısaca göz atıp ‘Sizleri, hepinizi çok özledim’ dedi.

Gözlerinde biriken yaşları sildi. Artık ağlamak için bile yaşlı hissediyordu kendini. Ağır ağır doğrulduğu koltuğundan eski telefonuna doğru yöneldi. Ağır ağır numaraları çevirdi. Karşısına çıkan adama ‘Bir taksi istiyorum’ dedi ve adresi verdi. Kapısını kilitleyip, apartman merdivenlerine yöneldi. Yıllarca çekmediği zorluk kalmamıştı ama şimdi bu merdivenler hayatının en büyük engeli olmuştu. Ağır ve dikkatli bir biçimde iniyordu. Sabırsızlanan taksi şoförünün çaldığı korna sokağı inletiyordu. ‘Patlama be adam’ dedi. Nihayet taksiye binebildi.
’Teyze hoş geldin’ dedi 25-30 yaşlarındaki şoför. ‘Nereye gidiyoruz?’
Kadın kısa bir sessizliğin sonunda ‘Tüm bir gün beni taşırmısın?’ diye sordu.
‘Sana 500 lira veririm.’
Adam küçümser bir gülümseme ile, ‘Mal sahibi benden her gün 500 lira istiyor teyze’ dedi.

Kadın gülümsedi

‘O zaman sana 650 lira vereceğim ne dersin?’

‘Kurtarmaz ama senin güzel hatırını kırmayayım. İlk önce nereye gideceğiz?’

‘Anıtkabir’e’

‘Anıtkabir’e mi?

‘Evet’

‘Tamam teyzeciğim’

‘Yaş kaç teyzeciğim?’

‘Seksen sekiz’

‘Maşallah Allah uzun ömür versin teyzeciğim’

‘Allah sağlıklı mutlu ömür versin oğlum’

‘Haklısın teyzecim’

Taksi Anıtkabir’in kapısına gelmişti. Şoför ‘Teyzeciğim geldik’ dedi. Dalgın görünen kadın ‘Evladım burada yardımına ihtiyacım var’ dedi. ‘Benimle gel’ Adam şaşırmıştı. ‘Tabii teyze’ dedi. Kuşkulu gözlerle ‘Bizi buraya alırlar mı?’ diye sordu.

O ana kadar dalgın ve yorgun görünen kadın, bir anda irkildi. Gözlerinden ateş fışkırarak ‘Ne demek almamak? Sen daha önce hiç gelmedin mi buraya?’ dedi ‘Hayır’

‘Kaç yıldır Ankara’da yaşıyorsun?’

‘Ben Ankaralıyım teyze. Doğma büyüme’

‘Ee o zaman’

‘Ne bileyim bir kez okulla gelmiştik bayramda. Bayram olmayınca burası kapalı sanıyordum ben’

Kadın sinirli bir şekilde kafa salladı.

Şoför utanmıştı. Mozoleye çıkan mermer merdivenlere kadar konuşmadılar. Merdivenlere geldiklerinde Şoför kuşkulu bir şekilde

‘Nasıl çıkacaksın Teyze?’ diye sordu.

‘Her ay nasıl çıkıyorsam öyle’

‘Her ay geliyormusun?’

‘Evet’

Uzun bir uğraşla merdivenleri çıktılar. Mozoleye doğru ağır ağır ilerlediler. İçerisi çok serindi. Şoför büyük bir azimle yürümeye çalışan kadının koluna girmişti. Kadının nefes alışları sıklaşmıştı. Nihayet mozolenin önüne geldiler. Kadın şoförün kolundan ani bir hareketle kurtuldu. Çantasını açtı. Tek bir karanfil çıkardı. Mozoleye doğru ilerledi. Çiçeği mozoleye koydu. Şoför şaşkınlıkla olayı seyrederken kadının ağzından şu sözlerin döküldüğünü fark etti.
‘Hayatım boyunca sana verdiğim sözü tutmak için çalıştım’. Ağır ağır geriye çekilen kadın ellerini açıp Fatiha okumaya başladı. Şoför kısa bir şaşkınlığın ardından ona katıldı. Kadın bir anlık suskunluktan sonra, ‘Hadi gidelim’ dedi.

Geldiklerinden çok daha ağır bir şekilde arabaya döndüler. Şoför kadının durumundan endişelenmeye başlamıştı.
‘Yoruldun mu Teyze’ dedi. Kadın sustu. Bir süre suskunluktan sonra ‘Evet hem de çok yoruldum’ diye cevapladı. Nereye gidiyoruz?’

‘Bankaya’!

Şoför arabasındaki kadının herhangi biri olmadığını anlamıştı. Bu yaşlı kadının Atatürk’e verdiği söz ne olabilirdi? En sonunda dayanamadı.

‘Teyzeciğim bir şey sorabilirmiyim?’

‘Sor bakalım evladım’

‘Anıtkabir’de Atatürk’e bir söz verdiğinizi söylemiştiniz. O söz nedir?’

‘Uzun hikaye evladım’

‘Olsun be teyze anlat ne olur’

‘Ben lisedeyken bizim okulumuza gelmişti Atatürk. Beni de ona çiçek vermek için seçmişlerdi. Çiçeği verdiğimde bana ismimi sordu. Bende ‘Adalet’ dedim. Bunun üzerine ‘Ne güzel ismin varmış’ dedi. ‘Okulu bitirince ne olacaksın’ dedi bana. Hemşire dedim. Oda ‘Güzel meslek ama bence sen Hakim ol ismine çok yakışır’ dedi. Ben kadından hakim olmaz ki dedim. Kaşlarını çattı, ‘Sen istedikten sonra olur. Senden söz istiyorum hakim olacaksın’ dedi .’

‘Sen ne dedin peki?’

‘Mustafa Kemal emretmiş ne denir? Söz verdim.’

‘Peki olabildin mi Adalet Teyze?’

‘Evet ben Cumhuriyetin ilk kadın hakimlerindenim.’

‘Vay be. Sende ne hikaye varmış Adalet Teyze’

‘Herkesin bir hikayesi vardır evladım. Herkesin hikayesi de kendine göre değerlidir. Eğer insanların hikayelerini bilip anlayabilirsen insanlara daha anlayışlı davranabilirsin’ ‘Haklısın Adalet Teyze. Bu banka mı gelmek istediğin’?

‘Evet’!

‘Yardım edeyim mi? Bende geleyim mi?’

‘Hayır. Sen burada bekle lütfen.Bu arada adın neydi evladım?’

‘Osman teyzeciğim’

‘Tamam Osman. Beni 45 dakika kadar sonra buradan al olur mu?’

‘Tamam teyzeciğim’!

Adalet hanım bankadan içeri girdi. Osman öğlen saatinin geldiğini
fark edip yemeğe gitti. Yemek boyunca Adalet hanımı düşündü.
‘Kim bilir neler yaşamış, neler görmüştür’ diye düşündü. Tam vaktinde bankanın önündeydi. Adalet hanım 15 dakikalık gecikme ile geldi.

‘Hoş geldin Hakim Teyze’

‘Çok uzun zamandır bana Hakim denmemişti.’

‘Hoşuna gitmediyse söylemeyeyim?’

‘Yok aksine hoşuma gitti. Sağol’

‘Nereye gidiyoruz?’

‘Seyranbağlarına’

‘Tabii’

‘Hakim Teyze çok yer gezmişsindir sen’

‘Tüm Anadolu’yu karış karış gezdik rahmetli kocamla’

‘Ne iş yapardı amca?’

‘Subaydı.’

‘Ne zaman vefat etti?’

‘1952′de’

‘Çok olmuş.Gençmiş’

‘Kore savaşında şehit oldu.’

‘Allah rahmet eylesin Hakim teyze’

‘ Sağol’

‘Seyranbağları’na geldik nereye gideceğiz?’

‘Sağa sap. İkinci binanın önünde dur.’

‘Tamam.Buyur Hakim Teyze.Geleyim mi ben’ ‘Yok bekle burada’

Osman beklemeye başladı. Bir ara merak etti. Binanın uzaktan görünen levhasına baktı. ‘Seyranbağları Kız Yetiştirme Yurdu’ yazısını okudu. Anlam veremedi. ‘Bu kadın burada ne yapar ki?’ diye düşündü.

Yarım saat sonra Adalet hanım göründü. Yanında orta yaşlı kibar bir hanım vardı. Adalet hanımı arabaya ağır ağır bindirdi. Kadın ‘Adalet Hanım size ne kadar teşekkür etsek azdır. Her zaman yanımızdasınız. Kızlarda sizi çok seviyor. Ne olur arayı çok uzatmayın. Yine gelin’ dedi.

Adalet hanım, buğulu gözlerle ‘İnşallah. Kızlara selamımı söyleyin. Bende onları çok seviyorum. Onlara iyi bakın’ dedi.

Araba hareket etti.

‘Nereye Hakim Teyze?’

‘Hemen iki sokak öteye’

Osman iki sokak ötede bu sefer başka bir binanın önüne park etti.
Bu binada da ‘Ankara Seyranbağları Huzurevi’ yazıyordu.

‘Bekle beni’

‘Tabii Hakim Teyze’

Yine 1 saate yakın bir bekleyişin sonunda bu sefer etrafında bir çok yaşlı kadın ve adamla çıkageldi Adalet Hanım. Sarılıp
öpüştükten sonra oradan ayrıldılar. Osman dikiz aynasından Adalet Hanım’ın gözlerinden akan yaşları fark etti.

‘İyi misin Hakim Teyze’

‘İyiyim Osman. Eski dostları görünce insan bir hoş oluyor’

‘Nereye gidiyoruz?’

‘Cebeci Asri Mezarlığına’

‘Tamam’

‘Teyze nerelisin sen?’

‘Aydın Sökeliyim. Babam orada pamuk ekerdi. Annem ev hanımıydı. Sonra Kurtuluş Savaşı oldu. Babam savaşa gitti. Söke işgal oldu. Biz dağlara kaçtık annemle. Saklandık dağ köylerinde. Savaş bitince Söke’ye döndük. Allah’a Şükür Babam’da sağ salim döndü savaştan.’

‘Sonra ne oldu?’

‘Liseye Aydın’a gönderdi babam. Orada Atatürk’le karşılaştım. Sözümü tutmak için İstanbul’a gittim. Hukuk fakültesine girdim. Orada rahmetli eşimle karşılaştım. O Harbiye’de okuyordu o zaman. Mezun olunca evlendik..’

‘Çocuğunuz var mı?’

‘Bir kızım bir oğlum vardı.’

‘Neredeler şimdi?’

‘Oğlum dışişlerinde çalışıyordu.’

‘Ne güzel’

‘1978′de Fransa’da Ermeniler öldürdüler.’

‘Üzüldüm Hakim Teyze. Başın sağ olsun. O da babası gibi şehit oldu yani’ Evet. Şehit babanın şehit oğlu. Allah kimseye evlat acısı vermesin.’

‘Amin. Ya kızın?’

‘O eşi ve çocukları ile İzmit’te yaşıyordu. Öğretmendi. 1999′da depremde hepsi vefat ettiler.’

‘Allah rahmet eylesin.Boş boğazlığımla üzdüm seni Hakim Teyze kusura bakma’

‘Sanki sormasan aklımdan çıkıyorlar mı evladım.Sen üzülme sağol’

‘Geldik Teyze’

‘Tamam evladım. Al işte paran artık gidebilirsin.’

‘Hakim teyze buradan nasıl döneceksin? Ben seni bekleyeyim eve bırakayım.’

‘Yok beni alacaklar buradan’

‘Hakim Teyze bu para fazla. Kusura bakma ben sana yalan söyledim.
Taksinin sahibi benden 350 lira bekliyor. Affet beni. 350 ‘yi ona veririm. Gerisi kalsın.
Bende para istemem. Bugün senden aldığım hayat dersinin parasal karşılığı yok zaten.’

‘Çocukların var mı?’

‘İki tane ellerinden öperler.’
Taksinin güneşliğinden çocuklarının resimlerini çıkarıp gösterdi.

‘Adları nedir?’

‘Kemal ve Ayşe’

‘Oğlumun adı da Kemaldi.’

Sessizliğin ardından Osman’ın elindeki parayı ittirdi Adalet Hanım..

‘Onlara bir şeyler al benim için. Onları okut. Ama yalansız, dolansız, çok çalışarak helal lokma ile büyüt ve okut. Atatürk’ün bana yaptığı gibi içlerindeki gücü fark etmelerini sağla. Bir de vatanını, milletini sevmelerini öğütle onlara.’

Osman Adalet Hanımın ellerine sarılıp öptü. Ona iyi evlatlar yetiştireceğine söz verdi.
Adalet hanım mezarlığın kapısından ağır ağır içeri girerken; Osman yaşlı gözlerle onu izliyordu.
Hayatının en büyük dersini kendisi küçücük, yüreği yaşadığı acılara rağmen kocaman ve güçlü bu yaşlı kadından almıştı. Osman arabasını mal sahibine götürmeye karar verdi. Bu gün daha fazla çalışamazdı. Ertesi gün Ankara’da garip bir yağmur yağıyordu. Sanki gök delinmişti. Osman taksiyi mal sahibinden almış, durağa gelmişti. Çay ocağının yanında duran gazeteyi aldı. İlk sayfadaki haberlere göz gezdirdi. Siyaset doluydu gazete. Hiç anlamazdı. Sıkılıp adli olayların yer aldığı üçüncü sayfayı açtı. Taksiciler arkadaşları ile ilgili kötü haberleri genellikle oradan alırlardı.
Göz gezdirirken bir haber dikkatini çekti:
’Dün gece geç saatlerde Cebeci Asri mezarlığında bulunan cesedin Cumhuriyet tarihinin ilk Kadın Hakimlerinden Adalet YILMAZ’a ait olduğu belirlendi. Adalet YILMAZ’ın bulunduğu yerdeki mezarların eşine ve oğluna ait olduğu belirlendi. YILMAZ vefat ettiği gün bankadaki tüm parasını çektiği, bu parayı ikiye bölerek Seyranbağları’ndaki bir kız yetiştirme yurdu ile bir huzurevine bağışladığı belirlendi. Polis, Adalet YILMAZ’ın mezarlığa ölmek için gittiğini düşünüyor.’

Osman bir anda sarsıldı. Gözyaşlarına engel olamıyordu. Taksici arkadaşları hiçbir şey anlamadılar.
Bir daha da hiç anlatmadı Osman bu yaşadıklarını. Herkesin tek bildiği Osman’ın bardaktan boşanırcasına yağan yağmur altında
’Gökler bile sana ağlıyor’ diyerek ağladığıydı..
İşte bu günlerde de adalet ağlıyor.

ALINTIDIR.

EVET ADALET AĞLIYOR MAALESEF.